Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

3 Aralık 2013 Salı

Sayıların gizlediği hakikat / A. Ali Ural

Birden ona kadar sayan çocuk şekeri hak etti, çünkü sayılar tatlıdır. Sayı saymasını öğrenmeseydi masalın sonunda gökten kaç elma düştüğünü bilemeyecekti.
      İki elmayı görüp, “Hayır, bu masalın bitmesi için bir elmaya daha ihtiyaç var,” diye itiraz edemeyecekti anlatıcıya. On cevizinden ikisini arkadaşına verdiğinde sekiz cevizi kaldığını öğrettiler ona. Bu yüzden azalan şeylerden korktu çocuk. Elini daha sıkı yummayı öğrendi. Dedesi bir gün on cevizinden ikisini verirse belki de on beş cevizi olabileceğini söylediğinde, yaşlılığına verdi bu sözü. Kim bilir sınıyordu belki de onu. Yüze kadar saymayı öğrendi. Aferin! Şimdi de ikişer ikişer saysın.  Basamakları ikişer ikişer çıktığında merdivenin başına daha çabuk ulaşabilirdi.
Saydığı her şeyi kendinin sanıyordu çocuk. Bu yüzden karşılaştığı her şeyi saymaya, sayamadığı şeylere kuşkuyla bakmaya başladı. Kalemlikte yedi kalem vardı, bu iyiydi. Gökte sayamadığı kadar yıldız, bu kötü. Büyüdükçe sayabildiği her şeyin kendinin olmadığını öğrendi çocuk. Bu önceleri biraz canını sıktıysa da, açığını kapatmakta gecikmedi: Kendisinin olmasa da kontrolü altında olabilirdi sayabildiği her şey. Böylece sayabildiği sürece korkmasına gerek kalmayacağını öğrendi. Fakat sayısını bilmediği o kadar çok şey vardı ki içini ürperten. Korkularıyla baş edemeyince istatistik bilimiyle tanıştırdılar onu. Kendi sayamasa da birilerinin onun adına her şeyi saydığını öğrendiğinde dünyalar onun olmuştu.
Yine de işler yolunda sayılmazdı. Öğrendiği her bilgi daha kayda geçirilirken yeni soruları sürüklüyordu peşinden. Bir bilginin bin meçhulü sırtında taşıması yüzünden, hafifleyemiyordu bir türlü. Neyse ki “Bir dik üçgende dik kenarın yani hipotenüsün bir kenarını oluşturduğu karenin alanı diğer iki dik kenarın birer kenar olarak oluşturdukları karelerin alanları toplamına eşittir,” derken hızını alamayıp, “Her şey sayıdır,” deyivermişti Pisagor. Sayıların nihai gerçek olduğunu, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğini ve ölçülebileceğini öğrettiği için minnettardı “Sayıların Babası”na. Bu minnettarlığını her şehrin girişine bir tabela koyarak ödeyebilirdi pekala, yükseklik ve çokluğu birlikte anarak.
“Çok” kelimesini çok seviyordu. Fakat neden kafasını karıştırıyordu Exupery, Küçük Prens’ini göndererek çölüne.
“- Günaydın, dedi Küçük Prens, sigaranız sönmüş.
- Üç, iki daha beş eder. Beş, yedi daha on iki. On iki, üç daha on beş. Günaydın. On beş, yedi daha yirmi iki. Yirmi iki, altı daha yirmi sekiz. Bir daha yakmağa vaktim yok. Yirmi altı, beş daha otuz bir. Of! Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir ediyor.
- Beş yüz milyon ne?
- Hım! Daha burada mısın sen? Beş yüz bir milyon... Neydi?... O kadar işim var ki, ne olduğunu unuttum. Ben ciddi bir adamım, boş lafla vakit geçirmem! İki, beş daha yedi eder...”
Rakamlarla başı dönmüş bir adamı nasıl ayıltsın Küçük Prens! Çocukluğuna götürse onu belki fark edecek sayıların gizlediği hakikatleri. Fakat orada, daha dili döner dönmez karşısına çıkmamış mıydı ilk rakamlar. Birden ona kadar saydığında alkışlanmamış mıydı! Çarpım tablosu bir Van Gogh tablosundan, karnesindeki rakamlar gözlerindeki hüzünden daha değerli değil miydi öğretmenlerinin gözünde.
Rakamlara göre Titanik’in batmaması gerekiyordu, battı. Rakamlara göre Challenger’in patlamaması gerekiyordu, patladı. Rakamlara göre Malazgirt Savaşı’nı Romen Diyojen’in kazanması gerekiyordu, yenildi. Rakamlara göre Karun’un yeryüzünde böbürlenerek gezmesi gerekiyordu, yerin altına çekildi anahtarlarıyla. Rakamlara göre Bedir Savaşı’nda muzaffer olacaktı Ebu Cehil, Muhammed (s.a.v) kazandı.
“Bir” dışında hiçbir rakama güvenemeyiz. “Bir’in Kitabı”nda “Çokluk”un tehlikesine işaret eden bir sure var: Tekâsür. (Çoklukla Övünme.) “Çokluk”un sarhoş edici yönünü gösteriyor ilk âyet: “Çoklukla övünmek, sizi (tutkuyla) oyalayıp, kendinizden geçirdi.” “Bir’in Kitabı”nda “ileri gelenler”e değil “ihtiyacı olanlar”a öncelik verilmesini isteyen bir sure var: Abese. (Yüzünü buruşturdu.) Mekke’nin ileri gelenlerini ağırlarken Hz. Peygamber’in yanına gelen yoksul bir âmânın, Abdullah bin Mektum’un hikâyesidir bu.
Kur’ân’dan bir şeyler anlatmasını istemişti de Peygamber’den, yüz çevirmişti ondan Nebi. Meşguldü. O anda daha önemli bir işle uğraşıyordu. Ya da daha önemli olduğunu düşünüyordu yaptığı işin. Bir sureye adını verdi bu yüz buruşturuş. Âyetler indi art arda: “(Peygamber), yüzünü ekşitti ve geri döndü./ Âmânın kendisine gelmesinden ötürü/ Belki o temizlenecek/ Yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek./ Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince,/ Sen ona yöneliyorsun,/ Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.” (Abese, 1-7.)
Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah bin Mektum’la her karşılaştığında “Allah’ın kendisi sebebiyle beni azarladığı adam!” diye iltifat ediyordu ona. Kim bilir, ümmetinin dikkatini çekmeye çalışıyordu belki de sayıların gizlediği hakikate.

3 yorum: