Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

30 Aralık 2007 Pazar

You Cut Her Hair

Time
Has coloured in
The black and white
Of your sin
So burn
Burn the flag
Rip it up

Bury the rags
But I will find you still
Move in for the kill
You cut her hair

So live
Live long
See her face
In everyone
And turn
Turn the page
Start again
Change your name

But I will find you still
Move in for the kill
You cut her hair
You cut her hair
You cut her hair

Tom Mcrae

24 Aralık 2007 Pazartesi

Put Your Lights On


Hey now, all you sinners
Put your lights on, put your lights on
Hey now, all you lovers
Put your lights on, put your lights on

Hey now, all you killers
Put your lights on, put your lights on
Hey now, all you children
Leave your lights on, you better leave your lights on

Cause there's a monster living under my bed
Whispering in my ear
There's an angel, with a hand on my head
She say I've got nothing to fear

There's a darkness living deep in my soul
I still got a purpose to serve
So let your light shine, deep into my home
God, don't let me lose my nerve
Lose my nerve

 Hey now, hey now, hey now, hey now
Wo oh hey now, hey now, hey now, hey now
Hey now, all you sinners
Put your lights on, put your lights on
Hey now, all you children
Leave your lights on, you better leave your lights on

Because there's a monster living under my bed
Whispering in my ear
There's an angel, with a hand on my head
She say's I've got nothing to fear
La illaha illa Allah

We all shine like stars
La illaha illa Allah
We all shine like stars
Then we fade away

Santana



11 Kasım 2007 Pazar

Icindeki Kucuk Cocuk Icin Gul



En cok misralarini almak isterdim
Misralarimin derinine
Gulen sozcuklerin dursun bir yerde
Huznunu almak isterdim avuclarima

Huznunden yola cikardim
Eklerdim biraz gulusunu
Biraz haykirisinin ardindaki sessizligi
Bir siir yazarim senin ustune

Oyle cok zor degil seni anlatmak
En cok insan diye haykirirdim
Yeterdi gizlediklerini resmetmeye
En cok huzun rengi dusuyor fircadan
Sahi neden sen aklima dusunce
En cok huzun dusuyor misralarima
Sahi kac yasina bastin bugunlerde
Hala o kucuk cocuk musun

Yoksa huznun kollarindaki o dev adam mı
Sen yine de gel dinle beni
Gulumsemeye devam et
Bugun dogumgunun ya
Sen gel bu defa dogumgunun icin degil
Bu defa huznu unutturmak icin degil
Bu defa maskelemek icin degil
O guzel yuzunu
Ilk defa o dev adamın
Icinde yasattigi kucuk cocuk icin gul

Gassan Satar



4 Kasım 2007 Pazar

İstiklal Marşı

ne güzel de yakışır bayramızla marşımız..
ve ne güzel de yazmış Mehmet Akif ..
hele şu günlerde nasıl da sarıp sarmalıyor yüreğimizi,ruhumuzu...
nasıl daha açık ediveriyor aslında bütün dünya görüşümüzü..
ve 100 yıl önce olan yine oluyor..
ve 100 önce olan yine olacak
Bayrağımızın gölgesinde olacak her Türk'üm diyen...
HAKKIDIR HAKK'A TAPAN MİLLETİMİN İSTİKLAL!


İSTİKLAL MARŞI

Korkma, sönmez bu safaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yildizidir, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma, kurban olayim çehreni ey nazli hilal!
Kahraman irkima bir gül! ne bu siddet bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarimiz sonra helal,
Hakkidir, Hak'ka tapan, milletimin istiklal!

Ben ezelden beridir hür yasadim, hür yasarim.
Hangi çilgin bana zincir vuracakmis? Sasarim;
Kükremis sel gibiyim, bendimi çigner asarim;
Yirtarim daglari, enginlere sigmam, tasarim.

Garbin afakini sarmissa çelik zirhli duvar,
Benim iman dolu gögsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasil böyle bir imani bogar.
"Medeniyet!" dedigin tek disi kalmis canavar?

Arkadas! Yurduma alçaklari ugratma sakin!
Siper et gövdeni, dursun bu hayasizca akin.
Dogacaktir sana vaadettigi günler Hak'kin;
Kim bilir, belki yarin, belki yarindan da yakin.

Bastigin yerleri "toprak" diyerek geçme, tani!
Düsün altindaki binlerce kefensiz yatani.
Sen sehit oglusun, incitme, yaziktir atani;
Verme, dünyalari alsan da bu cennet vatani.

 Kim bu cennet vatanin ugruna olmaz ki feda?
Süheda fiskiracak, topragi siksan süheda!
Cani, canani, bütün varimi alsin da Hüda,
Etmesin tek vatanimdan beni dünyada cüda.

Ruhumun senden ilahi, sudur ancak emeli;
Degmesin mabedimin gögsüne na-mahrem eli!
Bu ezanlar ki sahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli

O zaman vecdile bin secde eder varsa tasim;
Her cerihamdan, ilahi, bosanip kanli yasim,
Fiskirir ruh-i mücerret gibi yerden nasim;
O zaman yükselerek arsa deger belki basim!

Dalgalan sen de safaklar gibi ey sanli hilal;
Olsun artik dökülen kanlarimin hepsi helal!
Ebediyen sana yok, irkima yok izmihlal.
Hakkidir, hür yasamis bayragimin hürriyet;
Hakkidir, Hak'ka tapan milletimin istiklal!

Mehmet Akif Ersoy



30 Ekim 2007 Salı

Beyninizin hangi kısmını kullanıyorsunuz?


Bu resimde size kız hangi yöne dönüyor? Eğer kızın sol yöne(saat yönünün tersi) doğru döndüğüü görüyorsanız beyninizin sol tarafını sağ yöne (saat yönü ) doğru döndüğünü görüyorsanız beyninizin sağ tarafını kullanıyorsunuz demektir.

Beyninizin hangi kısmını kullanıyorsunuz?

Beynimizin sağ ve sol tarafı bilgiyi farklı şekilde işler. Genelde her birey beyninin bir tarafını ağırlıklı olarak kullanır fakat düşünme ve öğrenme işlemleri her iki tarafta dengeli olarak kullanıldığında gerçek verimine ulaşır. Bunun anlamı daha az kullanılan tarafın güçlendirilmesi gerektiğidir. Aşağıdaki listede sağ veya sol beyin ile yapılan işlemler gösterilmiştir. Bu bilgilere bakarak beyninizin hangi tarafını ağırlıklı olarak kullandığınızı ve daha az kullandığınız tarafı nasıl güçlendirebileceğinizi bulabilirsiniz.

Doğrusal – Bütünsel İşlem

Beynin sol tarafı genelde bilgileri doğrusal bir yapı içinde, parçadan bütüne giderek işleme koyar. Parçaları alır, sıraya koyar ve mantığa uygun olarak düzenler ve sonra bir sonuca varır. Buna karşılık sağ beyin bütünden parçaya doğru ilerler yani bütünseldir, detaylardan önce bütün resmi görür. Sağ beynini ağırlıklı olarak kullanan kişiler, önceden genel bir özet verilmez ise ders takip etmekte zorlanabilirler. İşte bu nedenle sağ beyni ağırlıklı olan kişilerin bir seminere yada derse katılmadan önce işlenecek konu ile ilgili hazırlık yapmaları ve ilgili kaynaklara göz gezdirmeleri oldukça önemlidir. Ayrıca bu kişiler önceden taslak hazırlamakta zorlanırlar. Bu gruptaki kişiler bir işi yapmadan önce neden yapması gerektiğini bilmeye ihtiyaç duyan kişilerdir.

Düzenli – Rastgele İşlem

Doğrusal bir yapı içinde çalışmaya ek olarak beynin sol tarafı bilgileri düzenli bir şekilde işleme koyar. Bu kişiler genelde liste yapıcılardır. Eger beyninizin sol tarafını ağırlıklı olarak kullanıyorsanız sizde günlük plan yada program yapmak yada envanter çıkarmak gibi çalışmalardan zevk alıyorsunuz demektir. İşlerinizi sıra ile bitirmeye ve her biten işi listenizde işaretlemeye özen gösteriyorsunuz. Aynı şekilde yeni bilgileri sıra ile öğrenmek sizin için daha kolaydır. Örneğin: Matematik. Buna karşıt olarak sağ beyin bilgileri rastgele işleme koyar. Eğer siz bu gruba giriyorsanız muhtemelen bir konudan bir konuya atlıyorsunuz demektir. Önceliklerinizi ortaya koymadanda en az beyninin sol tarafını kullanan birisi kadar iş yapabilirsiniz. Projeleriniz yarım kalabilir yada bitirmekte gecikebilirsiniz. Fakat bunun nedeni çalışmadığınız yada tembel olduğunuz için değil muhtemelen başka bir iş üzerinde daha çalıştığınız içindir. Sizden günlük, haftalık yada yıllık program yapmanız istendiğinde isyan etmeye hazırsınızdır. Fakat gerçekte rastgele düşünce yapınız nedeni ile program yapmanız gerçekten gerekir. Bu sizin başarılı olmanız için yapmanız gereken en önemli işlerden biri sayılabilir.

Soyut – Somut İşlem

Beynin sol tarafı soyut konularda hiç bir zorluk çekmez. Örneğin harfler, kelimeler yada matematiksel işlemler sayılabilir. Bu gruptaki kişiler kolaylıkla kelimeleri yada matematik formüllerini ezberleyebilir. Beynin sağ tarafı ise her şeyin somut olmasını ister. Bu kişiler gerçek objeleri görmek, hissetmek, onlara dokunmak isterler. Sol beyine karşıt olarak sağ beyin kelimeleri cümle içinde görmek, formüllerin nasıl çalıştığını anlamak isterler.

Mantıksal – İçgüdüsel İşlem

Sol beyin bilgileri doğrusal olarak, düzenli bir biçimde ve mantıklı bir şekilde işler. Beyninizin sol tarafını kullandığınız zaman bilgileri parça parça ele alırsınız. Birisini dinlerken detayları dinlersiniz böylece mantıklı bir sonuca varabilirsiniz. Buna karşılık eğer beyninizin sağ tarafını kullanıyorsanız iç güdülerinizi kullanıyorsunuz demektir. Bir matematik probleminin cevabını biliyor ama bu sonuca nasıl ulaştığınızı bilmiyor olma ihtimaliniz çok yüksektir. Test yaparken doğru cevapları iç güdüleriniz ile bulursunuz ve çoğunlukla bu tahminleriniz doğru çıkar. Sonuç olarak bir işin doğru olduğu hissini veren sağ beyindir.Özetlemek gerekirse yazı yazarken beyninizin sol tarafı gramere dikkat ederken, sağ taraf ise yazının anlamına bakar.

Kelime – Davranış İşlemi

Beyninin sol tarafını kullanan kişiler kendilerini kelimeler ile ifade etmekte pek zorlanmazlar. Buna karşılık beyninin sağ tarafını kullanan kişiler ne demek istediklerini çok iyi bilmelerine rağmen doğru kelimeleri bulmakta zorlanırlar. Buna en güzel örnek birisinin yol tarifi vermesini dinlemektir. Sol beynini kullanan birisi muhtemelen "Burdan itibaren üç bina sonra sağa dönün, bahçe sokağına döneceksiniz. İki kilometre gittikten sonra çiçek sokağına doğru sola dönün…" şeklinde bir tarif verecektir. Buna karşılık beyninin sağ tarafını kullanan bir kişi "Oradaki evden (evi göstererek) sağa dön (sağı göstererek). Sonra mavi boyalı binayı geç ve ikinci ışıklara varana kadar git. Işıklara gelince benzin istasyonun yanından sola dön…" şeklinde görsel bir tarif verecektir. Bu örnekten de anlaşılacağı gibi sağ beyin her şeyi görsel olarak algılar. Eğer bir yere not almazlarsa muhtemelen bilgileri unuturlar. Genelde şemalar, resimler yada grafik görüntüler daha iyi hatırlamalarını sağlar. Okurken yada dinlerken bilgileri görsel imgeler olarak beyinlerine aktarırlar.

Gerçeklere dayalı – Hayallere dayalı İşlem

Beynin sol tarafı olayları gerçek hali ile olduğu gibi ele alır. Bu grupta bir kişi yeni bir ortama girdiği zaman kolaylıkla uyum sağlayabilir. Fakat sağ beynini kullanan birisi için durum farklıdır. Onlar içinde bulundukları ortamı değiştirmeye çalışırlar. Sol beyin kuralları bilmek ve ona göre davranmak ister. Eğer kural yok ise muhtemelen kendileri kural koyup uygulamaya başlarlar. Kurallara uymayan sağ beyin aynı zamanda daha yaratıcı ve duygusaldır. Duygular sağ tarafta işleme konulduğu için bu kişiler duygusal olarak yaşadıkları olayları hatırlamakta daha başarılıdırlar.

Cigdem Alper



28 Ekim 2007 Pazar

Mavilere Uyanmak

yedi iklim geçer,
ağarıp solan güz ışıklarından
yalan pencerelere doğru...

uykularda olur ne olursa
yangınlar,
takvim ziyanları,
gömülü sevdalar...

iksir gibi yayılır
hücrelerimin rehavetine ıslaklığın
düş tüccarları ağır mesaidedir...

uykularda olur ne olursa,
talanlar
ve beton serinliği
inşaat halindeki aşkların...


uykularda ölür ne ölürse,
kıpırdayan su
gülümseyen yel...

yedi iklimin oralarda
kavalını kırmış bir çobandır
gökyüzü,
aklında new orleans
heybesinde caz!

yedi iklimin
bar olduğu yerdedir uykunun
alkol imparatorluğu
kalabalık avındadır bakışlar...

uykularda olur ne olursa,
bitmez efkar kırları
bazı saçlarda
ve ölüm gibi suskunluklar açar
derin kuyularda...

ve şaka gibi
ve sarsak sarsak
ve kımıl kımıl
bir yaşamaktır
MAVİLERE UYANMAK
en kesif karanlıklara kafa tutan
gözlerinin mavisine kuşanmak...

senin kanatların var,
benim köylü yüreğim...
operada tezek kokusu
bu şehirdeki varlığım! ..
beni taşıyacak vesaitim yok
bu caddeüstü sevdada
ellerinden gayrı..
'gayrı dayanamam ben bu hasrete'
ya beni de yitir
ya sen de git
beni götürdüğün yere...
türküleri sev
yalan kahkahalardan uzak dur
canımın suyuyla yıka ellerini..
aklımın maharetiyle giydir
en mavi yerlerini...

senin adın
buzul mavisi!
çünkü mavilerde uyur,
benden sana geçen
sende beni kalkındıran ne varsa!
sevdiğim, açlığımın uzak ufku,
her sabah;
güneşten ne zaman işaret alırsan
ne zaman dar gelirse soluğun
böyle uzun sarılmaklara,
fikrini kurcalarsa eğer
açık korkular,
işte o zaman
mavilere,
mavilere
uyandır beni...


Yılmaz Erdoğan

5 Ekim 2007 Cuma

Açların Gözbebekleri




Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!
Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!

Değil birkaç
değil be on
30.000.000
30.000.000!
 Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!
Bunlar!
Yürüyen parçaları
o kurak
toprakların!

 
Kimi
kemik
dizlerine vurarak
yuvarlak
bir karın
taşıyor!



Kimi
deri... deri!
Yalnız
yaşıyor
gözleri!
Uzaktan
simsiyah sivriliği
nokta nokta uzayıp damara batan
kocaman balı bir nalın çivisi gibi
deli gözbebekleri,
gözbebekleri!
Hele bunlar
hele bunlarda öyle bir ağrı var ki,
bunlar
öyle bakarlar ki!...
Ağrımız büyük!
büyük!
büyük!
Fakat
artık imanımıza inemez tokat!
Demirleşti bağrımız,
çünkü ağrımız
30.000.000
deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!

Ey
beni
ağzı açık
dinleyen adam!
Belki arkamdan bana
bu kalbini
haykırana
“kaçık”
diyen adam!
Sen de eğer
ötekiler
gibi kazsan,
bir mana
koyamazsan
sözlerime
bak bari gözlerime;
bunlar:
Deli gözbebekleri!
Gözbebekleri!

Nazım Hikmet Ran



20 Eylül 2007 Perşembe

Sesleniş


akıp gidiyor zaman sinsice...
ne sana ne de bana soruyor işte...
bize bişeyler kazandırıyor mu, alıp gidiyor mu bilmem ama
sen olamayınca ben güneş diye ayın ışıkları altında ısınmaya çalışıyorum...
sabahlar o kadar aydınlık ki yüreğimin karanlığına fazla geliyor ışıklar ve
ben yine gözlerimi kapatıyorum...
gözlerimi kapatınca belki gözlerin düşer diye binlerce bahanelerimden bir tane daha uyduruyorum...
sebebsiz mi bir tarafımın eksik olması sen yanımda yokken...
sebebsiz mi hayatın atardamarlarında gezdiğimi düşünmek ellerin ellerimdeyken...
ve her dua edişimde Sen'i isterken,RABB'imin öylece yüreğime doluvermesi neden??
aklım ,neden ve sebebler arasında gitgellerle geçirirken zamanını..
yüreğim mahsun,içindekileri dile söyletememenin çekiyor azabını
ama dil napsın ;
söylese, dünyadaki konuşulan tüm dillerini harmanlayıp tek bir dil yapsak da şu duyguların bir damlasına bile yetmez bir kelimesi...
söylese, tüm bülbüller utanır gülüne söylediği şarkıdan da susar da dinler yüreğimi...
Mq.

10 Eylül 2007 Pazartesi

Yıkık / Ümit Yaşar Oğuzcan


YIKIK


Bugün yıkığım biliyor musun?
Ezginim, çaresizim, umutsuzum
Bırakma beni, insanlar kötü
Bırakma beni korkuyorum.

Bir deli otlar büyüyor içimde
Sancılıyım, yorgunum, kederliyim
Bu halini sevdim gitme kal
Çamurlar çirkefler içindeyim

Bir dayak yemiş adamım şimdi
Bezginim, kararsızım, yılgınım
Al götür beni o kayıp gecelere
Yeter ikimize yalnızlığım

Ümit Yaşar Oğuzcan

9 Eylül 2007 Pazar

Defineyi malum yerlere koymazlar / Mevlana

bu resim gülgün tüzün ün yağlı boya resimlerinden biridir
ve http://www.gulguntuzun.com/ adresinden alınmıştır


"Hazineyi , muhafaza için bilinmeyen viranelere gömerler.

Defineyi malum yerlere koymazlar.

İşte bu yüzden

ferahlık da , zahmetin altındadır."
(Mesnevi, III /1138-39)




5 Eylül 2007 Çarşamba

But still I never learned to live without regret

As I drift away... far away from you,
I feel all alone in a crowded room,
Thinking to myself
"There's no escape from this
fear
regret
loneliness..."

Visions of love and hate
A collage behind my eyes
Remnants of dying laughter
Echoes of silent cries

I wish I didn't know now what
I never knew then...
Flashback
Memories punish me once again
Sometimes I remember all the pain
that I have seen.
Sometimes I wonder what might
have been...

Visions of love and hate
A collage behind my eyes
Remnants of dying laughter
Echoes of silent cries

And sometimes I despair
At who I've become
I have to come to terms
With what I've done

The bittersweet taste of fate
We can't outrun the past
Destined to find an answer
A strength I never lost
I know there is a way,

My future is not set,
For the tide has turned
But still I never learned to live
without regret.

Anathema

10 Ağustos 2007 Cuma

MİRAÇ KANDİLİ


MİRAÇ KANDİLİ

Feyiz ve bereketin coştuğu mübarek gecelerimizden biri de Miraç Gecesidir. Miraç bir yükseliştir, bütün süfli duygulardan, beşeri hislerden ter temiz bir kulluğa, en yüce mertebeye terakki ediştir. Resulullahın (a.s.m.) şahsında insanlığın önüne açılmış sınırsız bir terakki ufkudur.

Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur'ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur'ân'da şöyle anlatılır:

“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)

Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle' anlatılır:

“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)

Miraç nasıl oldu?

Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.

Bir rivayette Hz. İsa'nın doğduğu yer olan Betlaham'a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü's-Sahra'nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.

Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.

Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü'l-müntehâ'ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.

Hz. Cebrail'in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.

Süleyman Çelebi'nin dediği gibi

“Aşikâre gördü Rabbü'l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah...

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.

Hz. Musa'nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.

Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail'in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke'ye döndü.

Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.

Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:

“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”

Bunun üzerine müşrikler:

“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.

O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.

Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?

Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.

Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.

Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.

Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi'râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.

Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...

Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?

Soru: “Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?”

Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.

Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.

Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.

Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.

Bir insan nasıl göklere çıkabilir?

Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10-15 bin metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”

Yerküremiz, yani Dünya bir yılda yaklaşık 188 saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?

Peygamberimiz sadece ruhuyla gitse olmaz mıydı?Soru: "Öyleyse ise neden Miraça çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"

Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini göstermek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.

Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.

Zaten Cenab-ı Hak Cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.

Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'1-Me'vâ'nın gövdesi olan Sidretü'l-Müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın zatının arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.

Peygamberimiz Miraça sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.

Peygamberimiz kısa zamanda nasıl gidip geldi?

Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"

Cenab-ı Hakkın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 360 km/sn'dır.

Acaba Peygamberimizin lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?

Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.

Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.

İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, Burak'a binerek şimşek gibi bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbiyle sohbet şerefine ermiş, Onun cemalini görmüş, emirlerini alıp dönüp gelmiştir.

Miraçın benzeri bir olay var mıdır?

Soru: "Peygamberimizin Miraça çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"

Miraçın çok örnekleri vardır:

Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir.

Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir.

İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraçla kâinata arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.

Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.

Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arşa, Arştan yeryüzüne gidip geliyorlar.

Cennette, Cennet ehli mü'minler, Cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.

Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün mü'minlerin imamı, bütün Cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Resul-i Ekrem Efendimizin bir anda Miraça çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.

Miraçla gelen hediyeler

Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü'min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü'minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.

İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.

Mü'minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.

Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.

Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.

Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü'minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.

Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.

Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin" dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz.)

Miraç Gecesi NamazıMiraç gecesi kılınacak namaz on iki rekattır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekat ile bitirilir. Her rekatte Fatihadan sonra on kere ihlas okunur. Kılınma zamanı yatsı namazı kılındıktan sonra, imsak vaktine kadar ki herhangi bir vakit olabilir. Bu oniki rekat namaz bittiği zaman selamdan sonra yüz defa :

“Sübhanallahi vel hamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” duası okunur.

Ardından da yüz kere istiğfar yapılır.

Miraç Gecesinin Gündüzünde Kılınacak Namaz

Miraç gecesinin gündüzünde öğlen namazını kıldıktan sonra sonra dört rekat namaz kılınır.

Bu namazın;birinci rekatında Fatiha’ dan sonra bir kere Felak suresi, ikinci rekattan sonra bir kere Nas suresi, üçüncü rekatta üç kere Kadr suresi, dördüncü rekatta elli kere İhlas suresi okunur.


MİRAÇ KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN

BEREKETİ HEPİMİZE HAYIRLI YOLLAR AÇSIN..

YÜREKLERDE OLANI RAHMAN VE RAHİM OLAN RABB'İM HEPİMİZE HAYIRLI YAŞAMLARLA VERSİN..

BU YAZIYI OKUYAN HERKESTEN VE TÜM MÜSLÜMAN ALEMİNDEN GÜZEL ALLAH'IM RAZI OLSUN..

DUALARIMIZ SEMADA BİRLEŞSİN ÖYLE BÜYÜK OLSUN Kİ , CENNETTEKİ GÜLÜMSEMELER KALBİMİZE DOKUNSUN..

EY ALEMLERİN RABB'İ YÜCE ALLAH'IM KULUN VE RASÜLÜN OLAN HABİBULLAH 'I MİRAÇA ÇIKARDIĞIN BU GÜNÜN YILDÖNÜMÜNDE DUALARIMIZI KABUL ET..

BİZİ SANA KAVUŞTUR.....

AMİN!!!!

Kaynaklar:

1. Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, 31. Söz

2. Mübarek Aylar Günler ve Geceler

3. Üç Aylar İbadet Rehberi

4. www.islamiyet.gen.tr/mubarek_gun_ve_geceler/mirac_kandili.php

7 Ağustos 2007 Salı

BİR ADAM

"her insan 10/11 doğamaz"


Korku dağlarının yürekçisi,
Ölüm denizlerinin kürekçisi;
Öyle suskun oturuyor şişesinin basında,
İçtiğinin hem hırsızı, hem bekçisi,
Onu kırmış olmalı yaşamında birisi.
Dinledikçe susması, düşündükçe susması...
Tek başına iki kişi olmuş kendisiyle gölgesi,
Heykelini yontuyor yalnızlığın ustası.

Özdemir Asaf

5 Ağustos 2007 Pazar

Gölgeye...

Tüm renkler siyahta gizlenir
Siyahta belirir pembe yalanlar
İftiraya uğranıp aklananlar..

Özelliğini yitiren güneş
Gece olmasa ne kadar önem taşırdı ki
Asla gizlenemezdi gecede saklananlar..
….
Sen hiç bu kadar esmer olmamış
Ben hiç bu kadar özlememiştim seni
Dünyayı karartmak için kapatma gözlerini
Ben böylede görüyorum kararmış yüzleri

Bilmiyorsun, özne değilsin
Ağaçtan dökülen yeşil yapraksın aslında
Vakitsizce kopup giden, usulca düşen yaprak
Rüzgar mı sebebin, sen mi koyuverdin kendini
Aslında düştüğün yer yine ağacın köküydü

Buluttan çözülen yağmurda, senin kadar nankör müydü
Avazı çıktığınca bağıran şimşek
Onu bu kadar kim kızdırmıştı
Ve sen, çakan şimşekle aydınlanan yeryüzünde
Bir saniyelik görülen gölgesin
Hadi dua et, et ki yağmur çiselesin

Sinsin üstüne sahte aydınlık,
Hayalini kurup mutlu olduğum
Allah aşkına söyle
Sen kimsin??



Selman URLUCA

7 Temmuz 2007 Cumartesi

Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum



Yalnızlık

Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
Ne tuhaf, vaktim olmazdı
yalnızlığı bunca bilirken
kendimi hiç yalnız sanmazdım
çevremde hep birileri vardı,
ben hep birilerinin yanındaydım
günler belirsiz bir gelecek için neredeyse kendiliğinden hazırlanırdı
aramızda habersiz gidip gelen gündelik armağanlarla
kendi kendini taşıyan bir ırmağın akıntısında hayat
bizi kendi sahillerimize ulaştırırdı
bazı evlerden taşınırdık, bazı insanlar girip çıkardı hayatımıza
bazı mektuplar alırdık, bazı sözler, çiçek selamları
sonraları bazı tanıdıklarımızın ölümleriyle de karşılaştık
elde olmayan nedenle
sudaki halkalar gibi genişleyen
küçük alınganlıklardan büyük dargınlıklara
vazgeçişler, unutuşlar, kayıplar
birbirimizi çok sevdik hep
yıllarla azala azala

 
şimdi ne zaman yalnız kaldığımı düşünsem,
yalnız olmadığımı kanıtlamak istiyorum kendime
eskiden iki albüme sığdırdığım hayatım,
şimdi sığmıyor eskilenlerle çoğalmış fotograflara
telefonun başına geçiyorum
alt alta dizilmiş onca ad arasında seken ömür parçası
gün ölüyor meşgul numaralarla
şimdi ne zaman yalnız olduğumu düşünsem,
şimdi ne kadar yalnız...
yalnız olduğumu anlamam için beni hiç yalnız bırakmadınız.

 Ben ne zaman yalnız kaldım, bilmiyorum
her zaman yalnızdım, bunu biliyorum
büyücü ellerimin kara sanatı yazı
en çok ben onardım dostlukları, en çok benim elim dikiş tuttu
bağışlamasız sanarken kendimi
en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını
tığla içeri çektim takılmış kazakların ipini
denenmemiş başlangıçları göze aldım,
hafifletilmiş hasarları, görmezden gelinen enkazı
mutfağı beklemek hep bana kaldı
bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp
her seferinde aydınlık bir inat gibi yeniden karıştım hayata
hiç el değmemiş gibi yeniden konuk geldim
odalarınıza, ruhlarınıza
buraya

eski aşklarım neredesiniz? Hepinizi çok özledim.
Şimdi birdenbire bir köşeden çıkıp bana,
yalnızca, Merhaba, deseniz,
o zamanlar hiç mutlu etmediğiniz kadar mutlu edersiniz,
bir zamanlar bütün ağladıklarımı geri verebilirim size
sağ olun demenk isterim, sağ olun, sağ olun
sanki beni yeniden sevdiniz
ama biliyorum, pis bir yağmur başlıyor, şemsiyem yok yanımda,
yağmurda yürümekten nefret ederken, yürümekte ısrarlıyım gene de
isterseniz, kederdeki bütünlük, diyelim buna
ne kadar ıslansam, o kadar çıkacağım sanki
bir zamanlar çok daha bütün olduğumu sandığım
o yıkanmış zamanlara...

yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler
her zaman yalnızdım
kitaplar kadar yalnız
yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
herkes için farklı aldanışlar kurtarılmış hayatlar yok pahasına
her zaman yalnızdım
yanardağlar kadar yalnız
ey kafiye sevenler,
şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!

nankörlük etmeyeyim gene de,
yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnız
evimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
gene öyle oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni
yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesinde
yalnızlık için çalar telefonlar kapılar
İstersen bana uğra, ya da, Akşama buluşalım, ölmeden yapacak çok iş var

Murathan Mungan



4 Haziran 2007 Pazartesi

Ben Yandım / Yılmaz Erdoğan


"Küsmedim kardayım yediğim dayaktan "

Hangi dilde ağlıyorsa insan
İşte ana dilidir ayrılmanın
Her sokağa şifa niyetine bir açlık
Güzereş kardaşlık bilinen en büyük uzaklık
Hep acıların kuranderinde sevgili bir yoksulluk
Kitapların arasında dolanmış ve
Sahte fikirlerle dolandırılmış donatılmış aklanmış yeşermiş
Ve gri demirli bir yatılı okulda uzun uzun
Kimsesiz kimsesiz ağlamış
Uykusunda adın çağırmış
Nöbetlerde edebiyat sohbetlerde bir yarışma kavgası
Fikirden fikire sıratlar geçilmiş
Ne murat suyu kan aksın isterim
Ne şiirinden vazgeçerim kavganın
Mesleğim göze almaktır
Kalabalığa faydanın bedelini
Öderim sağdan soldan aldığımla
Sözlerimden başka vasiyetim ve servetim yoktur.
Her beladan bir alıntıyla kurtulurdum
İlla ki adını hatırlardım lazım olanın
Bir siverek acısı aslında sevdiğim
Bir mezopotarnyalı kederi
Asur'un ninova'nın kehaneti....
Kalbim kül oldu
Eski bir kütüphane yangınında
Ben yandım.
Kimi cüret etsem sevmeye
Kendime küçük geldim
Zayıf kaldım
He murathan esir düştüm
Sefil oldum.
Acılarım hep tavsiyedir
Çok sevdiğim bir şairden
Yok bire yok
"ne etsek olmuyor"un ranza arkadaşıyım
Bilinen en uzak yatılı bölge okulundan
Ben bıraktım siz konuşun,
Yoruldum ben siz koşun.
Iskartaya ayırın beni
Bütün ayrılıklardan.....
Küsmedim kardayım yediğim dayaktan
Şimdi yalnız, şan saman kağıt kokulu günlerde
Türkçeye çeviriyorum ayrılık acısını
Beni bırakın
Ben meçhul oldum
Gizli özneyim
Vatansız cümlelerde
Ben yandım.
Kalbim kül oldu
Eski bir kütüphane yangınında.

Yılmaz Erdoğan

23 Mart 2007 Cuma

Kapını Çalan Benim

"Gidecek yerim olsaydı giderdim"

Bu kadar kolay değil
Böyle bitmez aşklar
Ellerin hasetinden
Böyle terk edilmez

Bu yanlış benim değil
Gözümde yaş durmaz
Yorgunum küskün değil
Aşka göğüs gerdim

Gidecek yerim olsaydı giderdim
Kapını aç ne olur
Kapını çalan benim

Ellere ne oldu
Dert oldu niye
Gururum kirlendi
Kem gözden kem dilden

Sebebim olanlar
Bayramlar etsinler
Benim bayramlarım şenliğim sensin

Yetmedi sevişmeler yetmedi öpüşmeler
Ruhum huzur bulur yanımda ol yeter.

Soner Arıca

11 Mart 2007 Pazar

Vakitsiz



Vakitsiz bir sonbahar akşamındaydım
Candan öte dermansızı
Köşelerdeyim
Yar koynuna yatsam bile
Gurbetlerdeyim
Çok arkadaş kaybetmişim
Dalgınlardayım
Beni yormayın, beni kırmayın
Anlamazsanız kalsın
Hiç dokunmayın
Deniz sakine, dağlar çiçeğe
İçten vermeye
Geçemedik, geçemedik
Koca kışın ayazından vay
Vakitsiz bir sonbahara yakalandık vay
Yaz düşünde çok sarardık
Yaza varmadan
Bir adım bir adım daha
Büyüsün artık
Birçok anı sıcak henüz
Yüreğe kattık
Gözlerimde canlanıyor
Gülüşü içten
Çok arkadaş kaybetmişim
Hiç kararmadık
Beni yormayın, beni kırmayın
Anlamazsanız kalsın
Hiç dokunmayın
Deniz sakine, dağlar çiçeğe
İçten vermeye
Geçeceğiz geçeceğiz
Koca kışın ayazından vay
Vakitsiz bir sonbahara yakalandık vay
Yüz düşünde çok özledik
Yaza varmayı
*
*
*

EFKAN ŞEŞEN

"yaraları saracak merhemi getirecek gün de olacak"

10 Mart 2007 Cumartesi

PERVANENİN KANATLARINDA

Günlerdir gökyüzünü istila eden kara bulutlar arasından tesadüfen görünen kuşluk güneşinin cılız sıcaklığını sert kuzey rüzgarlarının sürükleyip götürdüğü Limni, belki de tarihinin en büyük soğuklarından birini yaşıyordu . su kaynaklarıyla birlikte meyveler , sebzeler hatta zahire ambarları da donmuş, halk çekilen bu sıkıntıyı Kont Orlof’ un , hala acısı yüreklerde hissedilen Limni kuşatmasındaki kıtlık günlerine benzetmeye başlamıştı. Rum olsun , Türk olsun , günlerdir kiliselerde ve camilerde ALLAH ‘ın merhameti için yalvaran insanlar gitgide çoğalmış , nihayet Mondros’tan gelen papaz efendi ile ulu caminin imamı birlikte halkı toplu duaya çağırmışlar , çocuklara başları açtırılmış , göğüs hizasında birleşen veya göklere açılan minicik ellere artık kar yerine ALLAH’ın lûtfunun yağması için yakarılarak bir gün daha geçmişti.

Hergünkü kalabalığın yine umutsuz adımlarala dağılmaya başladığı sırada , bulutların altı küçük bir çocupun sevinç dolu sesi doldurdu:

--Gemi! Gemi geliyor! Orda bir gemi geliyor!....

gerçekten de iskele istikametinde üç ambarlı bir kalyonun geldiği görülüyordu . günlerdir yakarıp dua ettikten ve kıtlığın ancak ilahi yardım ile son bulacağına bu derece inanadıktan sonra denizde gitgide silüeti yaklaşmakta olan bir kalyondu bu . o anda uğultuyla iskeleye akmaya başlayan kalabalığın , gördükleri kalyonun , Dersaadet’ten kendilerine yardım getiren bir gemi olduğuna kanaat getirmeleri için toplu bir imamın havarileri olmalarına gerek kalmamıştı.

Siyah rahibe giysileri ve elinde zikir tesbihiyle Despina Anne ,iskele yokuşunu inerken kalbimim derinlerde bir yerlerde , çeyrek yüzyıldır hissetmediği bir heyecanın varlığını keşfettiğinde ,böylesine derin bir hüznü en son on sekizinde bir tazeyken hissettiğini düşündü. Zaten ondan sonra kalbini derin bir hüzün kaplamış, ruhunu arıtmak için o zamanlar kapandığı manastır hayatı boyunca da hiç bu denli coşkulu olmamıştı. İçini yokladığında , yüreğinin, denizden en son çıkardığı balık kadar çıplak , ama yine o balık kadar telli pullu bir neşeyle olduğunu fark etti ve “Tanrı şu sabilerin dualarına cevap verdi, Devlet-i Aliye tebaasını yine unutmadı!” diye geçirdi içinden .

İskeleye doğru , aynı emri alış askerler misali bir kütle halinde koşuşan bu insanların umutlarının, tıpkı önde giden bezirgan Toma Tomaidis, balıkçı Eğriburun Hasan Reis, terzi Topal Pavilli, imam Seydi Efendi veya mühtedi Uzun Ömer(Ömeraki) Ağa’nın hayalleri gibi donup kalması hiç de uzun zaman almadı. Buralarda herkes gemilerin sancaklarına barakrak hamulesini kestirebilirdi çünkü , sonra da içinde ne çıkacağını tahmin eder , hazırlığını ona göre yapardı . Yüreklerin sahili kımıltısız bırakan buzlar misali donması, yaklaşan kalyonun bir hapishane gemisi olmasındandı. Az sonra inden adaya refah yerine bir kat daha sefalet , sevinç yerine biraz daha korku ve çığlık boşalcaktı. Bir tek Despina Anne umutsuz olmadı . İçindeki heyecanın sürdüğünü fark etti: “Gelen mahkumların da hidayete ihtiyaçları var mutlaka!” diyordu.

*******

Bir yandan samur yakalı setresine bürünüp küpeşte puntellerine yaslanarak yaklaşmakta olduğu adanın genel görünümünü zihnine kazımaya çalışan; öte yandan “ Bu gemide olmam haksızlık benim !” diye içi kemirici azapları beynine sıçrayan ve içindeli şairlik gayretiyle de “ Felek hemen beni mi buldu imtihan edecek” dizesini vezne çekiveren Ebubekir Efendi , uzaklara, ilk defa gördüğü Limni’nin ta çatısına bakarken 66 yılda biriktirdiği bütün hatıralarının bazen bulutlara , bazen dalgalara yansıtarak içini burkup durduğunu hissediyordu. Çocukluğu ve gençliği yoksulluk içinde tüketilmişti. Doğum yeri olan Tokat’tan geçmekte olan Hekimoğlu Ali Paşa’nın maiyetine katılıp da İstanbul’a geldiğinde hayatta hiç kimsesi kalmayan, henüz yirmibeş yaşında bir delikanlıydı ve gönlünde sayısız hayaller taşıyordu. Şair adamdı ve kendini kan (cevher ocağı) ile ilişkilendirip şiirlerinde “ Kanî (maden ocağından çıkartılmış cevherler gibi söz söyleyen)” mahlasını kullanmaya başlamıştı. Haksız da sayılmazdı. Özellikle nüktelere bezendirip söylediği gazelleri ile mektup biçiminde yazdığı humor örneği yazıları kısa zamanda Osmanlı paşalarının dikkatlerini çekmiş, İstanbul saz ve söz meclisinde şiirleri dilden dile , hicivleri de kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştı.


Ebubekir Efendi İstanbul’daki şuh meclislerin aranan aktörleri arasına girince Tokat’taki Mevlevi dervişlerinden öğrendiği zikir ve tespihleri kısa sürede terk ediverdi. “ Geçmiş ve gelecek kaygısını bırak! Zaman geçiyor.... işte; bir var imiş bir yok olmuş!” beyti gibi söylemleri beyitleştirmeyi bilgelik sayarak, vur patlasın , çal oynasın bir hayat sürmeye başladı. Bu derbederlik , onun önce kaderini , sonra bedenini geniş Osmanlı coğrafyasının doğusunda ve batısında, kuzeyinde ve güneyinde ilden ile savururken şakaklarına ilk akların düştüğünü fark edemedi bile. O şehir senin bu kasaba benim, geçtiği yerlerde hatıralar ve dostlar bıraktığı o hareketli yılların birinde, yolu silistre’ye se düştü. Ali Paşa’nın divan katibiydi ve görevi Balkanlar’da gittikçe otorite kaybına uğrayan devletin kendi tebaalarına yönelik politikaları ile yöresel sorunlara ilişkin yazıları kaleme almak , gündelik idari ve resmi işleri yürütmekti. Yaptığı iş nedeniyle çok yorulduğu söylenemezdi. Kasabayı ve çevresini de çok sevmişti üstelik. Tuna’nın bütün koşup geldiğ yerlerden sonra beneğip dinlendiği be bütün cömertliği ile kendini tabiatın güzelliğine sunduğu bu kasabada Ebubekir Efendi artık bir mola vermeyi düşünüyor, akıp giden hareketli savruk hayatına tıpkı Tuna gibi bir dinginlik , durağanlık katmak istiyordu. Hakikatte bir şair için bir kentin büyüsüne kapılmak , oranı yerlisi olmak tembellik mi sayılmalıdır tartışılabilir; ama nedense o bu kasabada, ömrünün gerçek ve en zalim kasırgalarını kuşatacak bir meltemin olduğunu görmüş ve ona kapılmıştı. Dıştan sükûn ile dolu ama içten çırpınışlara yakalanmış bir kaderin ikilemi içerisinde Silistre kalesinin burçlarından Tuna’nın sularına hülyalı perilerin kanatlarında “seviyor/sevmiyor” diyerek papatya yaprakları düşünürken yaşının kırkı bulduğunu fark edip gençliğinin ardından ağıtlar yakmaya başladı . yaşayamadığı zamanları yaşamak için elini çabuk tutması gerktiğine karar vermiş , hayta öyle saldırmış ve kalbinde eksik kalan sevgileri tamamlamanın çarelrini aramaya başlamıştı. Gelirken Tuna’yı beraber geçtikleri paşayı İstanbul’a yalnız göndermesi biraz da bu yüzdendi. Çünkü olgun aşkını sunmayı planladığı genç sevgiliyi edinmek için Silistre, gördüğü en uygun kasaba idi. Üstelik işsiz de kalmamış . Ulah beylerinden Voyvoda Alexander’ın özel sekreteri ve tercümanı olarak gönlünün peşine düşmüştü.

Uzak hatıralrın ardından, şimdi bir gemi güvertesinde, Limni’ye, gerçekten sevdiği tek kadının durmadan anlatığ durduğu şu adaya sürgüne giderken ,bir yandan buranın bağlarını ve meyve ağaçlarını merak ediyor, öte yandan “ Gördün zamane uymadı sen uy zamaneye” dizesini vaktiyle söyleyip de sevdiği kadının ayaklarına düşmemiş olmanın pişmanlığını hissediyordu. Adanın evleri seçilmeye başlandığında ilk düşündüğü şey, “Acaba annesi onun beşiğini hangi çatının altında sallamıştır?” olmuştu.

*******

Güneşe “Ya doğ, ya doğayım!” diyen bir güzeldi o. Ona bakan gök kapıları açılmış da bir melek yere inmiş sanırdı. Bir gün apansız karşısına çıktığında, gölgeleri Tuna’ya düşen söğütlerin altında entarisini yıkayıp çırpıyordu. Eteğini çömertçe toplamış, ayakalrının birini suya , diğerini söğüt köküne basmış, işini acele bitirmek isteyenlerin telaşı ile çalışıyordu. Dalların arasından güneşin vurduğu yuvarlak omuzlarının parıltısı ile suda yakamozlar kıran ışıkların arasında şuh taze bedeni bir yumak oluşturmuştu. Balmumu bedenindeki berraklık , kumral saçlarındaki hareler, koyu menekşe gözlerdeki füsun ile Asur kralı Sardanapal’ın, kenti terk ederken düşman eline geçmesin diye elleriyle hançerlediği , ama ömrünün geri kalan kısmında bu ölüme gülümseyerek boyun eğen aşık hayalini bir türlü unutamadığı ve her defasonda kendisini de o ana öldürmediğine bin ğişman olarak ardından ağladığı karısı Melike İris’e benziyordu. Bir müddet şaşkın ve hayran , dilsiz ve ayaksız , bakakaldı. Bu güzelliği gizlice seyretme konusunda yüreğinin telkinlerine ahlaki nedenlerle muhalefet ederek kuru dallara bastığında , ilkilen ay gibi parlayan çehresini görmüş ve utanmışlık ile hafifçe kızaran yüzünde kendisine pek yakışan masumiyete tanık olmuştu. Bu katıksız güzelliğe her kim baksa, Tuna kızlarına özgü tavırların dışında bir edaya sahip olduğunu hemen anlayabilirdi. Ayağa kalkar ve ıslak entarisiyle omuzlarını örterken hafifçe yana dönüşünde bile, kendisine kolay yaklaşılamayacağını telkin eden bir asalet göstermişti. Kenarda otlayan iki inek ile buzağıya doğru yöneldiğinde, Ebubekir Kani Efendi onunla konuşup konuşmama arasında tereddütler geçirdi. Kalbi kırk yaşın biriktirip durgunlaştırmaya çalıştığı heyecan dalgalarının son şiddetiyle sarsıldığında hızla arkasından koşup asla kötü niyetli olmadığını söylemeye çalıştı. Şair adamdı, sözün müstesna olanını bilir, sanatlı söyler, imalar, mecazlar yapabilirdi. Ama işte konuşamıyordu. Bir şeyler gevelediği, iki sözü bir araya getiremediği için kendinden utandı ve içinden küfürler etti. Ne yapması gerektiğini bilemiyor, eli ayağına dolaşıyordu. Nihayet çareyi, yürümekte oldukları tozlu yolun en dar yerine boylu boyunca yatmakta buldu, ve ancak o zaman , “ya çiğneyip geçersin, ya selamımı alırsın!...” diyebildi.

-utanmooorsun bre adam! Benim yaşımda kızın olur?...

- Hakikat, evlensem senin yaşında kızım olurdu; lakin sencileyin bir peri peyker bulmamışım.

Bu onunla arasındaki ilk sözler idi. Ve hiçbir şiir onun sesindeki şu heyecanı anlatamazdı. Türkçe’nin , bir Rum kızının ağzında bu derece güzelleşebileceğini kim düşünebilirdi? Aklı başına gelmeye başladığında yerden kalkmak, tozlanan giysilerini temizlemek başından çıkıp yuvarlanan sarığını almak istediyse de karşısındaki kızın hiç yolunu değiştirmeden başını üstünde dikeldiğini gördü. Bundan cesaret bularak “Sen sultansın ben kulum sen kaldırmazsan ben kalkmam!” deyiverdi.

- Ne istooorsun a efendi?Belli ki devletlü adamsın, kendine acımoorsun?

- Aşkını istiyorum hilal kaşlım, selvi boylum!

- Ucuzdur?

- Her şeyimi fedaya hazırım mah cemalim!..

- Aradığın bende değildir ağam; varasın yoluna gidesin...

- Aramadığım yerde şimdi bulduğum daha başka yerde arayacak değilim.

Yaz güneşi ikindi sıcağını kaybetmeye başladığında Tuna üstündeki ahşap köprüyü birlikte geçmişlerdi. Sorarak susarak ; yalvararak ve nazlanarak.

Bir çeyrek kadar süren yolculuklarında Ebubekir Efendi, nihayet kendini kontrol edebilmiş, şairane sözler ve zengin hayaller ile kızın kalbini yumuşatmayı başarmış ama ne adını, ne de kim olduğunu öğrenebilmişti. Kasabanın ilk evleri göründüğünde yanından ayrılmış, zengin hayaller eşliğinde peşinden yürümeye başlamıştı. Yolun devamında kah eşrafın selamlarını alıp kah sokaklardaki tanıdıklarına v,cevaplar yetiştirerek ileri yaşında gönlünü çalan tazeyi takip ediyor, hatta gençlik hayalleri kuruyordu. İşin ilginç yanı , ineklerini sürüp götüren ay parçası Rum tazesi de takip edildiğini biliyor, bundan gizli bir haz duyuyordu. Sanki hem kovalanmak, hem de yakalanmamak istiyor gibiydi. Hiç kimse kendisine güzel sözler söyleyen bu kibar adam gibi davranmamış, komplimanlar yapmamıştı. Hatta kilisede tanıdığı delikanlıların bu adama göre çok kaba saba olduklarını düşünmekten kendini alamadı. “ zavallı adam,” diyordu içinden, “olmayacak hayallere kapıldığını fark edince nasıl olsa aklı başına gelir, peşimi bırakır.”

İnekler gide gide büyük kilisenin ahırına girmişti. Ebubekir Efendi o vakit anladı kızın kim olduğunu ve bu maceranın trajik bir potansiyel taşıdığını.babası Petraki’yi tanıyordu. Bir yıl evvel Limni’den özel davet ile buraya getirtilmiş saygın bir rahipti ve kasabanın Hıristiyan cemaati onun etkili vaazlarına tutku derecesinde bağlıydı . Midilli prensi Nicolas Gattilusio’nun Limni2ye vali atadığı kardeşinin soyundan bir asilzade olduğu bütün kasabalının dilindeydi. Kendisiyle zaman zaman yolları kesşmiş ama aralarında öyle hatırı sayılır bir ünsiyet oluşmamıştı. Kasabalılar en az kendisi kadar onu da tanıyorlar , hatta ondan hep saygı ile söz ediyorlardı. Ebubekir Efendi bütün bunları düşündükçe , ikindi Güneşinde yaşadıklarının ve heyecanının, ceremesini karşılamaya bütün varlığının yetmeyeceği bir heves olduğunu hissediyordu. Evine nasıl, hangi yoldan gittiğini bilmiyordu ama omuzlarının çökmüş olduğunun farkındaydı. Müteakip günlerde aklı ile gönlü, mantığı ile duyguları çelişip durdu. Yemeden içmeden kesildi, uykudan çalışmadan arındı. Gönlüne dert anlatamıyordu bir türlü . adını bile bilmediği ve kimseciklere soramadığı Rum dilberinin gündüz yolunu gözleyip gece hayallerine sarınarak acısını çekerek erimekte , solmaktaydı. İçindeki hasret ile hayali birlikte büyüttü. Hicran ve firkatin azabını hücrelerinde birlikte hissetti. Onu tekrar gördüğü zaman nasıl davranacağını dair defalarca planlar kurdu, yaşına başına bakman provalar yaptı, beğenmedi yeniden planlara daldı. Söyleceklerini Rumca, Türkçe ve Bulgarca defalarca kurdu, bozdu, yazdı, dizelere dizdi. “ Yaratılışım sanatlı sözlerin , hikmetli kelimelerin peşinde değil; sessiz ve harfsiz söyleyecek bir sohbet arkadaşı arıyorum ben!” diyordu.

                                                                        *******

Gündüz can eğlemek kolaydı, birileriyle konuşuyor, bir yerlere gidiyor, Alexandır’ın söylediği işleri görüyor, tercümeleri yapıyordu; ne ki geceler geçmek bilmiyordu. Günlerce bakışlarını köşe başlarına zincirleyip beklemiş ama sevgiliyi görememişti. Yalnız bir sabah on yaşlarında bir çocuğun buzağıyı sürüp götürdüğünü gördü. Buzağıya bakarken içindeki hasretin eridiğini fark etmesi çok garipti. Çocuğun yanına yaklaştı. Bir şeyler sormak , belki bir haber almak istiyordu . Ama bun nasıl yapacaktı. Kendini kandırırken “ Nihayet karşımdaki bir çocuk ve koskoca adamdan şüphelenecek değil ya !” diyordu.


- Adın ne bakalım delikanlı?

- Tiryandafil!

- Kimin oğlusun sen ?

- Rahip Petraki’nin .

- Ooooo! Ne bahtiyar bir çocuk olmalısın!... başka kardeşin var mı peki?

- Bir ablam var.

“ onun adı ne?” diye başlayıp “ hele biraz onu anlat bana!” ile sürecek yüzlerce cümle boğazında düğümleniverdi. Tiryandafil ablasına benziyordu. Yüzü kadar konuşmasında da onu andıran bir yan vardı.

O gece sevgilisine önce hayallerden bir kıyafet biçti, gözlerinin rengine yakışsın diye fıstıki şallar giydirdi. Kelimelerden tüller örttü ve ona bir ad verdi. Tiryandafila!. Öyle ya oğluna “gül” anlamında Tiryandafil diye ad koyan rahip, kızına da bunu dişil biçimi olan Tiryandafila adını koymuş olmalıydı. Sonraki zamanlarda artık sevgilisinin bir kimliği, bir adı oldu. Ondan bahsederken Tiryandafila diyor; yahut Tiryandafila denilince kalbi titriyordu.ve Tiryandafila’nın hasretiyle birlikte Ebubekir Efendi’nin azabı da büyüdü. Her gece yeni bir gazel yazılıyor, kimseciklere söyleyemediği aşkını gazellerle anlatıyor , yalnızlığını böyle dile getiriyor, sırrını içinde saklıyor ve çılgınca seviyordu. Yazık ki o aşkını sakladıkça aşkı içinde büyüdü, büyüdükçe saklamak daha da zorlaştı. O derce sırlara boğulduki bir tiryandafila karşısına gelse ona bile söyleyemeyecek duruma düştü; hayır hayır yükseldi. Bir gazelinde diyordu ki: “Gerçi gönlümüzü çalan aşkımızın sırrını açmak olasıdır, ne var ki biz ona söylerken belki sırrımıza söz ortak olur diye bundan kaçınıyoruz.”

Geceler gerçekten zor geçmeye başlamıştı. Akşamdan bir rahlenin başına oturuyor , ucuza edinilmiş birkaç mum ile divitini, aherli kağıt tomarını ve is mürekebbi dolu hokkasını yanına alıyor, tütünü ve çubuğunu hazırlıyor, birkaç kadehlik şarap da tedarik ediyor, mum ışığında, dumanların duvara yansıyan tülleri ararında Tiryandafila’yı görüyor, onunla konuşuyor, sitemini ve nazını çekiyor,sonra ona yalvarıyor, onu nefesleniyor, özümsüyor, yaşıyor ve tüketiyor, tükeniyordu. Müthiş bir azap idi bu. Ne yapmalıydı, kendisine bir kerecik olsun sormadan, evlilik konusunda fikrini almadan, bir sevdiği olup olmadığını öğrenmeden gidip babasından isteyemezdi ya?!. Hem her şey bir yana, istese de acaba veririleri miydi? O bir taze, kendisi koca bir herif; o bir inci, kendisi bir mecnun? Kim incisini yaşlı bir çılgına teslim eder ki?

Onsuz geçen gecelerde, romantik bütün duyguların ve hayallerin kendisini kuşattığına inanmaya başlamıştı. Belki o da bakıyor diye aya bakıyor ve bundan mutluluk duyuyordu. Silistre kalesinin burçlarında gün batımını seyretmek, Tuna’nın durgun sularında hayaller görmek, akşam saatlerinde cırcır böcekleriyle hayatı yudumlamak gibi huylar edinmişti. Yalnız ve karanlık ise kendini şiire ve aşka kaptırıp gidiyordı.

Yine öyle bir akşamdı. Tiryandafila ile geçireceği bir ömrüm hayaliniyle şevke gelmiş, ona feda edebileceği şeylerin hesabını yapmış, ama canından daha değerli bir hediye sunamayacağına hayıflanarak gözleri yaşarmış, ardından içindeki aşk acısını bir nefeste ağzından boşaltarak yeni bir gazele başlamıştı. O sırada rahlesinin üstündeki mumun çevresinde dönen pervane dikkatini çekti. Alevin çevresinde halkalar çizerek dönüyor, her defasında çemberin yarı çapını daraltırcasına aleve biraz daha yaklaşıyordu. “ Galiba benim bu pervaneden farkım yok!” diye geçirdi içinden. “ O da , ben de bir ateşin çevresinde dönüp duruyoruz. Üstelik ikimiz de gitgide ateşe daha çok yaklaşıyoruz.”

Aşkın bir bakış, belki kısacık bir göz kayması olduğunu düşündüğü ilk gündü o. Sonra geliştirdi düşüncesini: göz kalbe iletiyordu güzelliği ve kalpte bir kıvılcım tutuşuyordu. Bu kıvılcım hem ışık, hem ateş olma potansiyeline sahipti. Işık olmanın yolu ateş olmaktan geçiyordu. Önce yanmak ve alevin ışığını süzerek nura döndürmek için göz damla damla su akıtıyor, ancak gözyaşı ateşi söndürmekten ziyade onun hararetini arttırıyordu. Nitekim kendisi de ağladıkça içinde Tiryandafila’nın aşkı artıyor, aşkı arttıkça gözünden akan yaşlar çoğalıyordu. Yanmak bakımından şu mum kendisine ne kadar da benziyordu. Onun da bağrında yanan bir can ipi, başında da alevler ve dumanlar vardı. Üstelik o yangından dolayı durmadan ağlıyor, gözyaşları bedeninden damla damla süzülürken bedenini eritiyor, tüketiyor, yok ediyordu. “şu mum mu bana benziyor, ben mi muma dönmüşüm?!.” Diye mırıldandı bir an ve devam etti bağrına birkaç yumruk vurarak, “ Galiba mumlar gibi kendi gözyaşlarıın denizinde boğulana kadar sürecek bu yangın!”

Bütün bunlara ilişkin beyitler yazmaya devam etti uzunca bir süre. Sonra pervanenin ritmik dönüşlerine takıldı gözleri yeniden. Her dönüşte biraz daha daralan çember neredeyse mum alevinin üzerinde dönmeye başlamıştı. Pervane ışığına öyle kararlılıkla koşuyor, onu çepeçevre öyle kuşatıyordu ki!... bir an onu bir aşık olarak düşündü ve bu pervaneye nazaran kendisinin aşık iddiasında bulunmasının ne kadar da cılız kalıverdiğini gördü. “ Evet! Bu pervane bana benzemiyor; ve ben bu pervaneye benzeyemiyorum!” sonra kendisinin de kaç günlerdir Tiryandafila’nın yolunu gözlemekten dolayı avare olduğunu, Voyvada Alexander’ın tembihlerine rağmen işlerini aksattığını, tıpkı bir pervane gibi onu çevresinden uzaklaşmadığını, hatta sevgi çemberini daha da daraltmak ve ona daha fazla yaklaşmak için her defasında daha cesur ve atak davranmaya başladığını, günde birkaç kez kilisenin önünden geçmesinin dikkat çektiğini , hatta bazı dostlarının neden camiye değil kiliseye odaklandığını ima eden şakalarına alıştığını ,dahası , ar ve namus kaygısından sıyrılmaya başladığını falan düşündü. “aşk” sözcüğünün “sarmaşık” demek olduğunu aklına getirdi bir an o sarmaşığın nice çınarlar gibi selviler gibi kendisini de sardığını, buruk bir lezzet alarak hissetti. “dıştan güzel görünen ama içten bünyeyi kurutan , hırpalayan bir sarmaşık” diye mırıldandığı sırda pervanenin, kanadını muma değdirdiğini ve o ilk yanış ile birlikte biraz gerilediğini gördü. Işığa vurgun pervanenin aşk azabını ilk tadışıydı bu. Kendisi bu azabı Tuna kıyısında Tiryandafila’yı gördüğü gün tatmıştı. Ne kadar garipti, şu “azap” kelimesi “acı, elem,keder” demekti aynı zamanda “lezzet” de demekti.

Pervanenin bu yanıştan, kanadındaki bu küçük siyahlıktan birkaç dakika sonra, sanki o alevin lezzetini almış gibi geri döndüğünü, geniş açılı dönüşleri daraltarak mumun çevresinde aşkın dar alanına girmeye başladığını görünce yine kendisiyle kıyasladı: “ Onun aşkıyla ağlayışım, ayrılığının acısında bulduğum lezzettendir. Eğer bu ağlayış bana lezzet vermeseydi onu her defasında daha çok özlemezdim. Eğer sevgilinin ayrılığını çekmekte gizli bir haz olmasaydı, nasıl olurdu da onu hatırımdan silip atmaya çalışmazdım! Hasret denilen şey , acıdaki lezzetin ta kendisi olsa gerek; yoksa ayrılık neden aşkı çoğalt sındı ki!...

Bir de Tiryandafila’yı Tuna kıyısında ilk gördüğünde kanadımı böyle yakmıştım; şimdi hasretimde , lezzetimde işte o yanışın eseri değil mi ya!..” Ebubekir Efendi bunları düşünürken pervanenin dönüşlerini hızlandırıp sonunda kendini aleve attığını, bundan sakınmadığını gördü. Aşkın azabı yaptırmıştı ona bunu ve sevgilisinin varlığında kendi varlığını yok etmiş , belki onun ışığını kucaklarken kendini de ona feda edivermişti . İşte o an, pervanenin aleve atılışı ve bir karabiber tanesi gibi mumun ayakları dibine düşmesi, Ebubekir efendi’nin zihnindeki her şeyi birden değiştiriverdi. Zamanın gece yarısından öteye sarktığı bir saatte yaşadığı bu duygu yoğunluğunun da etkisiyle derhal giyindi, kuşağını baylayıp setresini omuzlarına aldı, serpuşunu başına koydu ve hızlı adımlarla kasabanın kilisesine doğru ilerlemeye başladı. Sokaklarda yaz gecelerine mahsus cırcır böceği seslerinden, Tuna’nın haşmetli akışının çıkardığı uğultulara karışan kurbağa vıraklamalarından ve köpeklerin tedirgin havlayılarından gayrı ses duyulmuyordu. Kasaba derin bir uykuya dalmş, bütün lambalar sönmüştü.

*******


Kilisenin sokağa bakan bahçe kapısının tokmağına şiddetle vurulmaya başlandığında Rahip Petraki her zamanki sofuluğuyla gece zikrini bitirmiş, yatağına girmek üzere beyaz iç entarisini giyiyordu. Tiryandafil il ablası da kapını sesiyle yataktan sıçramışlar, babalarıyla birlikte avluya koşmuşlardı. Kilisenin bütün işlerini, bu arada zangoçluğunu da yapan Selanikli şaşı ihtiyar Anceli Dimitri de uyku sersemliğiyle yarı çıplak bedenini bastonuna yaslayarak bahçeye gelmişti. Hepsi birden istavroz çıkartıyor, kötü bir haber olamasın diye dualar okuyorlardı. Petraki’nin aklına hemen Limni’de bırakıp geldiği hanımı gelmişti.

Kilisenin ana girişindeki ahşap cümle kapısı , yaklaşık bir yüzyılın yükünü çektiğini belirtir gibi gıcırdayışıyla inleyerek gecenin içine bir çığlık gibi açıldığında, meraklı gözler , bir zincir ile kendisini tokmak halkasına bağlayan Ebubekir Kani Efendi ile karşılaştılar. Genç kızın gördükleri karşısında gayri ihtiyari attığı çığlıktaki acıma hissi uykusuzluktan yorulmuş gözlere de sirayet etmiş gibiydi. İlk hayret nöbeti geçince hepsi birden onu çözmeye çalışıyorlar, durmadan da kimin onu buraya bağladığını öğrenmek için soru yağmuruna tutuyorlardı. Yalnızca geriye çekilmiş beklemekte olan genç kız onun neden burada olduğunu biliyor , gözlerinden kaçıramadığı bakışlarıyla ona adeta yaptığının ne çılgına bir şey olduğunu imaya çalışıyordu. İçten içe bu tavrının hoşuna gittiğini de hissetmiş , bundan büyük gurur ve mutluluk da duymuştu. Kaç aşık sevgilisi için böyle çılgınca şeyler yapabilir, kendini feda edebilirdi ki?!... ah bir de babası yaşında olmasaydı!.. Mamafih birçok genç kızın , geek ailesinin siyasi, ekonomik ve sosyal nedenleri yüzünden, gerekse kendi hırs ve tamahları için para, makam ve mevki sahibi yaşlı adamlarla evlenmeleri her yerde görülmekte , özellikle Osmanlı idarecilerinin tercih edilen kocalar olması bu bölgelerde gittikçe yaygınlaşmaktaydı; ama ne olursa olsun kendisi bir Hıristiyan ve adını bilmediği bu adam da bir Müslüman idi. Buna rağmen yıllardır kapanıp kaldığı bu kilise duvarlarının dışında kendisini düşünen bir erkeğin bulunması , hele böylesine gözü karanlık göstermesi hoşuna gitmiyor da değildi. O anda fark etti ki aslında öyle çirkin bir adam da sayılmazdı. Hatta kırçıl sakalları şöyle Hıristiyan delikanlıları gibi güzel bir usturadan geçse ve başındaki sarık yerine işlemeli bir üsküf konulsa pekala hoş birisi bile olabilirdi.

“Rahip Petraki,” diye söze başladı Ebubekir Efendi. “İşte kapınızda bağlı kulunuzun, ister içerde ister dışarıda tutarsınız; ama zincire tattığım kilidin anahtarı hiçbir zaman olmadı. Beni ondan halas edecek irade sizin elinizdedir. Kızınıza ALLAH’ ın emri iki peygamberin kavli üzere talibim . Muhammed(s.a.v.) adına değilse İsa adına onu sizden helalliğe istiyorum. Yaşım belki büyüktür, illa yüreğim zindedir ve bedenim pektir. Voyvoda Alexander’dan beni sorar öğrenirsiniz. Ali paşa’nın mektupçusu Ebubekir Kani dedikleri avare aşık benim.”

“Size gelince sultanım” diye devam etti sonra , rahibin şaşkın bakışları arasında gözlerini yeniden kıza çevirerek, “Tam kırk gün önce görmüştüm sizi ve aşkım bu gece bir pervanenin kanatlarında kemale erdi. Beni kabul ederseniz ALLAH adına , büyük elçileri adına elimden gelen bütün güzellikleri , yegane sermayem olan şu inci taneleri gibi ayağınıza serpmeye, bütün şiir dizelerimi sizin muhteşem güzelliğiniz için dizmeye yemin ederim.”

Kani efendi bu sözleri söylerken kuşağındaki küçük bir keseden çıkardı bir avuç inci, kilisenin taşlık yolunda, zıp zıp , genç kızın ayaklarına doğru akmaktaydı.

Güvertesinden Limni’ye seyrettiği geminin içinde başka şartlarda bulunmayı arzu eden adamın hatıralarıydı bunlar. Daldığı hayallerin ötesinde bir hayat sürebilseydi eğer, bu kalyondan çoluk çocuğa karışmış, torun torba sahibi olmuş rüyalarla da inebilirdi Limni iskelesine. Ama olmamıştı, olamamıştı. Rahip Petraki’nin kuru inadı üç gün boyunca kapıda zincirli, dört yıl boyunca da Silistre’nin aşk dedikodularının konusu olarak kalmasından başka bir işe yaramamıştı. O dört yıl, hayatının en anlamlı dört yılı olmuştu oysa. Herkes kendisiyle alay ederken, yaşına başına bakmadan, dinine diyanetine dikkat etmeden bir papaz kızı sevmiş olmasını dillendirip kınarken o,sevgilisinin adıyla kendi adı birlikte anıldığı için mutlu olmuştu. Tiryandafila da zamanla onu sevmiş kimsecikler bildirmeden zaman zaman Yunanca-Türkçe karışık mektuplar da yazmıştı. İçli , hüzünlü, yakıcı mektuplardı bunlar ve aşk kınanmışı Ebubekir Efendi’nin lirik gazelleriyle karşılık bulmuşlardı. Tiryandafila her mektubuyla birlikte, ilanıaşk gecesinde ayağına serptiği incilerden bir tanesinin saçını teline takarak kendisine göndermiş, karşılığını da hep bir şiir olarak okumuştu. Ebubekir Efendi ondan son bir mektup daha beklemiş ama o mektup hiç gelmemişti. Bu son mektup ata yadigarı inci kolyenin en iri halkası gelmemişti. Bu son mektup ata yadigarı inci kolyenin en iri halkası olan yuvarlak dürdaneyi taşıyor olacaktı. Bu kırkıncı inci tanesi olacaktı ve ne Ebubekir Efendi kırkıncı mektubu okuyabildi, ne de sevgilisi kırkıncı şiiri.


Ebubekir Efendi, o günden sonra her nereye gitse, ne zaman aşk acısını ansa, hangi akşamda Tiryandafila’yı hatırlasa, hep pazıpendine saklayıp taşıdığı otuz dokuz inci tanesini yoklayarak kendini avuttu, onların sıcaklığı ve sevgilinin saç tellerinin kokuksu ile teselli buldu. Kırkıncısı hep özlenen ve umutla beklenen saç telleri... Bir ömrüm bütün sermayesi..

Dördüncü yılda Rahip Petraki halkın ayıplamalarından ve kızı hakkında çıkarılan dedikodulardan bıkmış ve Ebubekir Efendi’ye kiliseye çağırmış, Ona,

--Bak a Ebubekir Efendi, demişti, artık dayanacak gücüm kalmadı, kızımı sana vereceğim, ama bir şartla: Derhal dinini değiştirip Hıristiyanlığı kabul edecek, vaftiz olacaksın!...

Ebubekir Efendi önce içini yokamış , rahibin bir din adamı gibi değil de bir zalim gibi davranmasına içerlemiş, biraz da kızının gönlünü kazanmış olmanın verdiği gurur ile tarihe geçen o ünlü sözünü söylemişti.

--İnsaf eyle Petraki Efendi, kırk yıllık Kani olur mu Yani!...

Sonraki yıllarda bu kararını hep düşünüp durmuş, yürekten olmasa da dil ucuyla “peki” diyebileceği ihtimalini gözden geçirmiş, sevgilinin hasreti çiğerine çöktükçe bundan pişman olmuş, sonra da bu düşüncesinden utanmıştı. Tiryandafila acaba yalancıktan din değiştirmiş bir aşık istermiydi? Kendisi acaba gerçekten dinini değşitirmeye hazır mıydı? Eğer dinini değiştirmiş gib yapsaydı, kim bilir, belki sonradan Tiryandafila müslüman olabilirdi ama ikisi mutlu bir ömür sürebilirler miydi? Buna benzer bir yığın soru, yıllarca peşini takip edip durdu ama hem kendisi, hem de sevgilisi, verdiği karar ve tarihe geçen o sözünden hiç pişman olmadılar.

Dört yılın sonunda Rahip Petraki kızını Limni’ye göndermeyi kafasına koymuş, bunu kızına söylemişti. O günün gecesinde kızı kiliseden kaçıp Ebubekir efendi’nin evine gelmiş; iki aşık ilk defa bir çatının yalnız kalmışlar ve ortaya bir Kur’an , bir İncil , bir kılıç, bir paskalya somunu , bir avuç tuz koyarak el basıp ömür boyu birbirlerini sevmeye yemin etmişlerdi. Elleri ilk kez o gecede birbirine değdi ve bir daha hiç değemedi. Nefesleri ilk kez o gece birbirine karıştı ve bir daha hiç buluşamadı. Bedenleri ilk o gecede boylu boyunca sarıldı ve bir daha asla kucaklaşamadı. O gecenin sabahında yazılan kırkıncı gazel Ebubekir Efendi’nin pazıpendi içinde , incilerin ve saç tellerinin yanında muska biçiminde hep sarılı kaldı ve asla okuyanı olmadı.

*******

Sevgilisi Limni’ye gittikten sonra Ebubekir Efendi de Silistre’de çok kalmamış , ondan önceki zamanlarda olduğu gibi savrulan bir kaderin peşine düşerek meceralara atılmış ama pazıpendindeki incilerin berraklığına hiç ziyan eriştirmemiş, hiçnir güzele dönüp bakmamıştı. O günden sonra yazdıkları hep hayatla alay eden, mizahtan, hicivden , yergiden ilham alarak feleğin tasını tarağını toplayan bir üsluba büründü.” Mutriba sen aşka dair bir heva bilmez misin” dizesinden gayrı bir aşk dizesi yazmadı. Onu yerine dönmediği dininin peygamberini öven naatler kaleme aldı, aşkını biraz o yolda anlattı. Şüphesiz pek çok geceler silistre’yi, Tuna’nın söğüt altındaki güzelliği hatılayıp durdu. Arada sırada “acaba ağların hangi koyda atıyor, kayığını hangi kumsala çekiyorsun ey aşk!.. acaba hangi zeytin ağacının altında yatıyorsun masum ve çırılçıplak sevgili!” diye kendince sorular sorup cevaplar aramaya çalıştı. Ama hiç bir gün , o kırkıncı gazelin muskasını açmaya yeltenmedi. Yalnızca , buluşma gecesindeki tek şahitleri olan kesisini her yere yanında götürdü ve onun tüylerini okşadıkça Tiryandafila’nın ellerinin sıcaklığını hissetti, o kadar.

******


Mahkumları taşıyan kalyon kasabanın gıcırdayıp duran ahşap iskelesinde aborda olduğunda yoksl ve sefil kasabalılar her seferinde olduğu gibi evlerine kaçışmış Despina anne ile bir kaç haylaz çocuk, ve bir de ve gidince karılarının dırdırını çekmek zorunda kalacak bir kaç balıkçı tayfası, içinden çıkacakları merak etmiş ve beklemişlerdi. Gemiden önce zorunlu ikamete memur sürgünler –ki bu seçkin ve devletlu suçluların sayısı birkaçı geçmezdi- , sonra da muhafızlar eşliğinde , suçlarının şiddetine göre sıralanmış mahkumların çıkması adettendi. Ne var ki gözler ilk grup sürgünleri bulamadılar. Geminin tek sürgün memuru sayılan ve gemi mürettebatı tarafından ileri yaşında sürgüne gönderilmekle bir ayağı çukurda farz edilen Ebubekir Efendi, hala tutunduğu puntellerin yanında geçmişe dair hatıraları düşünmekten kendini alamadığı için ayrılamamış, bütün sefer boyunca gürültülerii ve naralarını dinleyip durduğu mahkumları seyretmek için orada beklemeyi yeğlemişti. Bir çeyrek kadar sonra despina anne , yanından sıra sıra geçmekte olan azgın ve gürültücü mahkumlarıdan önce elleri birbirine bağlı olanları inceledi. İçlerinden İsevi olduğuna kanaat getirdiği birkaçını ertesi gün ziyaret etmeyi aklından geçiriyordu. Ardından ayaklarından birbirine zincirlenmiş mahkumlar ile ayaklarına bağlı zincirlerin ucundaki topuzlaro ik elleriyle yüklenip götüren azılı haydutları seyretti. “Hangi şartlar altında bir tüy kadar hafif yaratışlı bu insanları bunca ürkütücü cani ve vahşiler haline getirebilir.” diye düşünüyordu. Şefkat duyguları , iki gündür tek lokma yemeden geçen zamanın açlığını unutturmuştu. Mahkumlar biraz alaycı ve hatta küfürler ederek yanından geçerken, onların ıslah olmaları için dualar edip istavroclar çıkarttı.

Bulutların arkasında olduğunu hissettiği ama yüzünü göstermeyen güneşin aydınlığı iyiden iyiye kaybolup kasabayı karanlık bürümeye ve iki camiden aynı anda ezanlar okunmaya başladığı sırada iskelede Despina Anne’den gayrı kimsecikler kalmamıştı. Kaptan veya mürettebatın bir ihtiyacı ihtimali olabilir ihtimalini değerlendirmek için geminin hareketten kesilmesini beklemek gelmişti içinden. Geminin sisler ve akşam alacası içinde kalan silüetinden son bir yolcunun çıkıp yorgun bacaklarının titrek adımlarıyla iskeleye doğru yürüdüğünü fark ettiğinde kalbinin titrediğini hissetti. Yanından geçerken gemi hakkında bilgi ama umuduyla ve heyacanının sebebini keşfetmek için bu son yolcunun gelişini bekledi. Sanki uzak bir tarij koridorundan bir aziz, İsa’nın çarmıhına dair hatıralar getirir gibiydi. Zaman geçmek bilmiyordu sanki. Yaklaştıkça onu biraz daha seçmeye , endamını kestirmeye başlamıştı. Onda kendisine tanıdık gelen bir yan vardı sanki. Gemi, o güne dek yalnızca hayallerinde gördüğü İstanbul’dan değil de diğer adalardan birinden geliyor olsaydı bu adamı akrabalarından biri sanabilri , belki kestirebilirdi.

Ebubekir Efendi, Despina Anne’nin yüzünü görür görmez sesi titremeye ve gözü kararmaya başlamıştı. Bu koyu menekşe gözler, çeyrek yüzyıl boyunca her yerde aradığı gözlerdi çünkü.Yere yığılırken dudaklarından akşamın serinlğine doğru alev gibi bir isim dalgalandı.

Tiryandafila!...

“Aman Allah’ım! Bu ses!... Ebubekir Efendimin sesi!...”

*******


Despina anne onun buzlar üzerine yığılan bedenini kaldırmak için sarıldıysa da bun başaramadı. Başını buzlardan kaldırıp elleri arasına aldığında buz kesen parmaklarını ızıtmak için gözlerinden akan yaşka başka birşey bulamadı. Gözlerinden süzülen yaşlar Ebubekir Efendinin yanaklarında buz kesiyor, ama onu kendine getirmeye yetmiyordu. Despina anne hıçkırmaya , kesik kesik çığlıklar atarak yardım istemeye başladığında imdadına camiden çıkan birkaç kişi yetişt. Ebubekir efendiyi caminin misafir odasına getirip ocağında birkaç odun tutuşturdular. Gece yarısına kadar ne yaptılarda Ebubekir efendiyi kendisine gelmedi. Despina anne hiç kimseye söylemediği sırrı ile onun başında bekliyor, rahibe olmanın gereğini yerine getirdğini söylerek evine gitmesi gerektiğine dair teklifleri kabul etmiyordu. Hatta gece yarısından az sonra yanındakileri , kendisinin gündüz uyuduğu , dolayısıyla hastanın başında sabaha kadar bekleyebilceği gerekçesiyle evlerine gönderdi. Talnız kaldıklarında ise Ebubekir efendinin başını dizlerine aldı. Ve ilk defa elini yüzüne götürüp artık tamamen beyazkalşmış olan sakallerını akşayarak dualar etmeye başladı. Dilinn ucunda neşideler dökülürken içinden de “ Adımı bir kerecik olsun sana söyleyemediğim için acaba bana kızgın mısın Ebubekir efendi? Sen beni Tiryandafila olarak sevdin diye ben Despina olmaktan çok Tiryandafila olarak yaşadım.”

Sabahın ilk ışıklarıyla kasabada yeni bir hayat başlıyordu. Bulutlar dağılmış, güneşin sıcaklığı hissedilir olmuş, buzlar erimeye yüz tutmuştu. Bu gün bereketli bir gün idi. Halk köşe başlarında birikip edilen duaların kabul olduğu ve Tanrı’nın gazabının kasabadan çekildiği üzerine konuşmalar , sohbetler yapıyorlar, yaşma sevincini paylaşıyorlardı. Sevinçler güneş ışığı olup denize yansımaya yüz tuttuğunda, Ebubekir efendi de yavaş yavaş kendine gelmeye başlıdı. Başı bir kadının sevkatli bağrıyla örtülmüş, hiçbir şey görmeden öylece yattığını hissetti. Dimağında ezelden tanıdık kokular, zihninde ayrılıkları kovulmuş vuslatlar, aklında özleyişlerden kaçmış mutluluklar vardı. Tiryandafila’nın nefesindeki kesik kesik tıslamaları , kalbinden gelen aksak ritimleri hissedince telaşlandı. Bekledi, “uyuyor olmalı” diye düşündü. Biraz beklemeyi sıcaklığını duymayı istedi. Ama hayır, bu normal bir vücudun sıcaklığını duymayı istedi. Ama hayır, bu normal bir vücudun sıcaklığına benzemiyordu ve bütün bedeni içten içe sarsılır gibi titriyordu. Birden kollarını kaldırıp sevgilisini kucakladı. Meğer gece rüzgardan ocak sönmüş, despina anne yakacak odun bulamayınca çevresinde bulduğu herşeyi ocağa atmış, sonunda çaresiz Ebubekir Efendi’nin üzerine kapaklanarak onun donmaması için bedeninin bütün kuşatıcılığıyla onu sarıp sarmalamıştı. On sekiz yaşında bir genç kız iken yapamadığını , şimdi kırkını aşmış bir rahibe olarak yapmaktan hem gurur, hem de haz duymulştu üstelik. Sevdiği ve aşkını berrak haliyle saklayabilmek uğruna rahibe olmayı yeğlediği , sadakatini hiçbir gün eksiltmediği Ebubekir efendi , zayıf düşmüş bedeniyle şşimdi dizlerinde ölürse diye korkusundan bütün enerjisini, bütün sıcaklığını ona vermiş , sırtına vuran gecenin ayazına aladırmadan, parmaklarının hissetmeyecek kadar üşüdüğünü bilmeden ve nemli gölerini hiç kapamadan sabahın ışıklarına ulaşmıştı.

Ebubekir efendi elleriyle onun bedenini doğrultup gözlerini açtığında ilk gördüğü şey , kucağında yattığı kadının yana doğru düşmeye başlayan boynunun güöüş zarfta asılı duran tek inci oldu. Bu, onun pazısında sakladığı incilerin sonuncusuydu ve demekki bunca zamandır sevgilinin bağrında yer edinmişti. Kalbinin o anda durmasından korkup kollarından birini Despina’nın boynuna uzattı, diğeriyle omuzuna yakın bir yerdeki pazıpendini tutarak,

Tiryandafila, dedi, son inci tanesinin son mektubunu bana hiç göndermedin!

O zaman seni kaybederdim, diye cevapladı zorlukla nefes alırken.

Son mektubunu alsaydım bile sana son şiiri asla yollamıcaktım.

Bili-yorum sevgilim, bi-li-yo-rum!...

Despina Ebubekir efendinin başını tutan elini binbir güçlükle kaldırıp boynundaki inciyi çıkararak sevdiği adamın avucuna usulca bıraktığında ebubekir efendi irkilerek doğrulmaya çalıştı. Çünkü Tiryandafila’nın başı öne doru düşüyor, yıllar önce gördüğü kumral saçları siyah başörtüsünün altından dalga dalga yüzüne dökülüyordu.Kendisini kaybettiğini o anda farketti ve derhal toparlanıp onu kucakladı. Bedenindeki hareketin sınırlı olduğunu görünce de durmadan adını sayıklayarak sarsmaya başladı. Bu sefer sevdiği kadın onun kucağında hareketsiz duruyordu. Onu kendine getirir umuduyla Ebubekir Efendi pazıpendini açıp incileri avucuna doldurmaya başladı. Onun yumuşak ellerini avucunun içine alıp sıkmaya, incileri içinde ritmik hareketlerle ileri geri yuvarlamaya başladı. Despina gözünü açmak için büyük gayret sarfediyor ama kısa aralıklarla uykuya dalıyordu. Ebubekir efendi avazı çıktığı kadar bağırıyor, birilerinin yardıma koşmasını istiyor, ama sesi kasabanın sevinç çığlıkları arasında kaybolup gidiyordu. Çaresiz kaldığında da ona pazıpendinin içindeki son aşk şiirini çıkarıp okumak geldi aklına. Beyitleri birer birer okurken gözlerinden dökülen yaşlar, despinanın yanaklarını okaşayan ellerini de ıslatıyordu. Sevgilisinin yüzündeki son gülümseme, şiirin son beytinde aydınlandı ve ölmek üzere olan cennetlik insanların yüzüne yansıyan mutluluklar gibi odayı doldurdu.

*******

Sonra:

Ebubekir efendi Limni de kaldığı iki yıl boyunca hergün şafak sökerjen Tiryandafila(despina)’nın mezarı başında dua etti ve İstanbul’a döneceği zaman kırk inciyle birlikte kırk tek saçı da mezarının başına gömdü.

Despina Anne’nin mezarı Limni’de uzun müddet Azize beatrice gibi hürmetle ziyaret edildi. Genç aşıklar onun taşı üzerine mumlar adaklar adadılar.

Ebubekir efendi limniden geldikten altı ay sonra İstanbul’da öldü ve Eyüp sultan kabristanlığına gömüldü. Daha sonra şiiirleri ile Hırrename başta olmak üzere mektupları birer kitapta toplandı. Çeşitli kütüphanelerde konuldu.

Despinanın babası gibi papaza olan kardeşi tiryandafil, ablasının ölümünden tam otuz yıl sonra mora’daki büyük isyanda, sırf onun hatırasına saygı olsın diye bir Türk delikanlısını üç gece evinde saklıyarak canını kurtardı ve birbirni çok seven ablası ile Ebubekir Efendi’nin aşklarını kutsamış oldu.

Ebubekir Kani efendi şair ve yazar olarak unutuldu, ama “ kırk yıllık kani olur mu ani” sözü Türkçe deyimler arasında yüzyıllarca kullanılmaya devam etti.

Ebubekir efendinin voyvoda alexander ile birlikte silistre de resmedildiği bir portresi bükreş sinaia Müzesine konuldu.

Mora isyanı’ndan sonra Türk ve yunan uluslar arasında düşmanlık tohumu ekenler, yazık ki hiç eksi k olmadı.

Despina ve ebubekir efendinin aşkı belki birilerine tarihin birlikteliklerini hatırlatır diye bu öyküyü yazdık.

İskender Pala