Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

27 Aralık 2013 Cuma

oracle equivalent function in teradata

Oracle Functions Teradata Functions
 DECODE(A,NULL,B,C)  CASE WHEN A IS NULL THEN B ELSE C END
 DECODE(A,B,C,D)  CASE A WHEN B THEN C ELSE D END
 GREATEST(A,B)  CASE WHEN A >= B THEN A ELSE B END
 INSTR(A,B)  INDEX(A,B)
 LEAST(A,B)  CASE WHEN A <= B THEN A ELSE B END
 LENGTH(A)  CHAR_LENGTH(A)
 LPAD(A,B)  CAST(A AS CHAR(B))
 LTRIM(A,B)  TRIM(LEADING B FROM A)
 MONTHS_BETWEEN(A,B)  ABS(CAST((A - B MONTH) AS INTEGER))
 RTRIM(A,B)  TRIM(TRAILING B FROM A)
 TO_CHAR(ANUMBER,B)  CAST((ANUMBER (FORMAT B)) AS CHAR(X))
 NVL(A,B)  COALESCE(A,B)
 TO_CHAR(ADATE,B)  CAST((ADATE (FORMAT B)) AS CHAR(X))
 TO_CHAR(ADATE,'MM_YY')  (ADATE (FORMAT'MM')) || '_' || (ADATE (FORMAT'YY'))
 TO_CHAR(X[,F])  CAST(X AS CHAR [FORMAT F])
 TRUNC(T[,F])  CAST(D AS DATE [FORMAT F])
 TO_NUM(X[,F])  CAST(X AS NUMERIC [FORMAT F])
 TO_DATE(X[,F])  CAST(X AS DATE [FORMAT F])
 TO_NUMBER(X[,F])  CAST(X AS NUMERIC [FORMAT F])
 SIGN(A)  CASE A WHEN > 0 THEN 1 WHEN < 0 THEN -1 ELSE 0 END

17 Aralık 2013 Salı

ÇIKTIM ERİK DALINA, ANDA YEDİM ÜZÜMÜ


Çıktım erik dalına anda yedim üzümü.

Yıllar önce bir derste öğrencilere bu ifadenin anlamını sormuş ve birbirinden çok farklı cevaplar almıştım. Genç dediğin muzip olur, herhalde ondandır.

Bazıları Yunus'un yanlış ağaca çıkmış olduğunu söyledi, bazıları erik ağacına çıkıp yandaki asmadan üzüm yediğini, bazıları yediğinin üzüm gibi erikler olabileceğini, bazıları da ne yediğini bilemediğini ya da kelime oyunu yaptığını ve dahi zaten şâir takımının böyle anlamsız kelime oyunları yapabileceklerini, vs.

Sözün sadece söylenmiş olmasının tek başına bir kıymeti var mıydı acaba?

Bazen nadir bulunur birtakım nâdanlıklar karşısında ne diyeceğimi bilemez hale gelip de isteğimi, söz söyleme isteğimi kaybettiğimde öylece durur ve kendi kendime hep bu sorunun cevabını aramaya başlardım.

Söylenmesi gereken söylenmeli mi (idi)?

Hani derler ya, adı üstünde.

Bakınız işte adı üstünde: söylenmesi gereken.

Söylemenin gerekliliği biliniyorsa, söylemekte niçin tereddüt edilsin o halde?

Hem söylenmesi gerekli olacak, hem de söylenip söylenmemesi üzerine şüphe izhar edilecek?

Acaba bu bir kuşku mu, yoksa kuruntu mu?

Şüphe izharı diye görünen bu tutum, basbayağı bir vehim mahsûlü olmasın?

Gereklilik sözün arazlarıyla alâkalıysa, itiraz yerinde gibi görünüyor. Fakat muhataplar nazar-ı itibara alındığı takdirde, yani sözden murad sözün anlaşılması olduğu halde, bu itiraz söz götürür. Öyle ya, söylenmesi gerekenin ifade edilmesi, sözün salt ifadeye getirilmesi değil, bilakis faide getirmesi ise, ifade istifade içinse ve nâdan takımı için ne faide, ne de istifade sözkonusu değilse?

Belâğat İlmi'nin bildik kaidesidir:
Kelâm mukteza-yı hâle mutabık olmalıdır.
Başka bir deyişle:
Söz karşıdaki kişinin düzeyi ile mütenasib olmalıdır.
Kelâmın mukteza-yı hâle uygun olması, sözün söyleneceği kimsenin, yerin ve ortamın iyi seçilmesiyle alâkalı olup söylenmesi gerekenin gerekliliğiyle alâkalı değildir, yani söylenmesi gerekli olan, her halukârda söylenmeli ve fakat kime, nerede ve nasıl söyleneceği iyi hesap edilmelidir. İlki başka, ikincisi daha başka.

Velhâsıl işin içinde erik dalına çıkıp anda erik değil, üzüm yemek var.

Oysa Yunusumuz ne güzel söylemiş ve —niçin açıkça söylemeyeyim— aslında herşeyi ve apaçık bir surette, üstelik ne kadar mümkünse o kadar dolayımsız bir surette söylemiş.

O sadece söylenmesi gerekeni söylemiş, gerekliliği faideye hasretmeyip ifadeyi yeterli görmüş, hatta bu arada lütfedip Retorikçilerin (Belâğiyyûn) bir ifadede aradıkları asgarî şartı, fâide-i tâmmeyi de yerine getirip vazifesini itmam eylemiş. Ne var ki kimse bu sözden birşey anlamamış.

Güya sözün açıklanması gerekiyormuş. Adam gibi söylese a, diyen nâdanları da dikkate alarak sözü söylemeliymiş ki mütekellim böylelikle kendi hakkında sû-i zanlar oluşmasına fırsat vermesinmiş.

Söylenmesi gereken, gerekliliğini mukteza-yı zâhir-i hâle borçlu olsa ve muhatapların zâhiri işbu gerekliliği vareden yegâne sebep olsa, belki bu takdirde hikmet ehli hep muhatapların hâline nazaran konuşurlar, konuşabilirlerdi. Fakat ya Bayezid-i Bistamî hazretlerinin, kırk yıldır tekellüm ediyorum da insanlar benim kendileriyle konuştuğumu zannediyorlar, dediği gibi düşünüyorlarsa ve mukteza-yı zahir-i hâli değil de, sadece mukteza-yı hâli nazar-ı itibara alıyorlarsa?

Ya onlar kendi kendilerine konuşuyorlarsa?

Fıkara takımı hayatın kendilerine hazırladığı sürprizleri bilmez, bilemez. Bildikleri —Kur’an'ın ifadesiyle— sadece dünya hayatının zâhiridir. Bu bakımdan sadece zâhire göre konuşmak, zâhiri nazar-ı itibara alıp konuşmak mecburiyetindedirler. Konuşmalarındaki parlaklık, zâhire teşne olanların aradığı parlaklıktır.

Ne yapıp edip kendi kendilerine konuşanları aramak ve bulmak zorundayız. Fakat tek sorunumuz şu:
Hiçi nerede arayacağız, hiçi nasıl bulacağız?

Kaynak: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/10/ciktim-erik-dalina-anda-yedim-uzumu.html

6 Aralık 2013 Cuma

Çocukluğu Özlemek


Çocukken Gül küstü diye babamın kola yerine alıp getirdiği kuşburnu mermalatını özlüyorum.

4 Aralık 2013 Çarşamba

3 Aralık 2013 Salı

Sayıların gizlediği hakikat / A. Ali Ural

Birden ona kadar sayan çocuk şekeri hak etti, çünkü sayılar tatlıdır. Sayı saymasını öğrenmeseydi masalın sonunda gökten kaç elma düştüğünü bilemeyecekti.
      İki elmayı görüp, “Hayır, bu masalın bitmesi için bir elmaya daha ihtiyaç var,” diye itiraz edemeyecekti anlatıcıya. On cevizinden ikisini arkadaşına verdiğinde sekiz cevizi kaldığını öğrettiler ona. Bu yüzden azalan şeylerden korktu çocuk. Elini daha sıkı yummayı öğrendi. Dedesi bir gün on cevizinden ikisini verirse belki de on beş cevizi olabileceğini söylediğinde, yaşlılığına verdi bu sözü. Kim bilir sınıyordu belki de onu. Yüze kadar saymayı öğrendi. Aferin! Şimdi de ikişer ikişer saysın.  Basamakları ikişer ikişer çıktığında merdivenin başına daha çabuk ulaşabilirdi.
Saydığı her şeyi kendinin sanıyordu çocuk. Bu yüzden karşılaştığı her şeyi saymaya, sayamadığı şeylere kuşkuyla bakmaya başladı. Kalemlikte yedi kalem vardı, bu iyiydi. Gökte sayamadığı kadar yıldız, bu kötü. Büyüdükçe sayabildiği her şeyin kendinin olmadığını öğrendi çocuk. Bu önceleri biraz canını sıktıysa da, açığını kapatmakta gecikmedi: Kendisinin olmasa da kontrolü altında olabilirdi sayabildiği her şey. Böylece sayabildiği sürece korkmasına gerek kalmayacağını öğrendi. Fakat sayısını bilmediği o kadar çok şey vardı ki içini ürperten. Korkularıyla baş edemeyince istatistik bilimiyle tanıştırdılar onu. Kendi sayamasa da birilerinin onun adına her şeyi saydığını öğrendiğinde dünyalar onun olmuştu.
Yine de işler yolunda sayılmazdı. Öğrendiği her bilgi daha kayda geçirilirken yeni soruları sürüklüyordu peşinden. Bir bilginin bin meçhulü sırtında taşıması yüzünden, hafifleyemiyordu bir türlü. Neyse ki “Bir dik üçgende dik kenarın yani hipotenüsün bir kenarını oluşturduğu karenin alanı diğer iki dik kenarın birer kenar olarak oluşturdukları karelerin alanları toplamına eşittir,” derken hızını alamayıp, “Her şey sayıdır,” deyivermişti Pisagor. Sayıların nihai gerçek olduğunu, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğini ve ölçülebileceğini öğrettiği için minnettardı “Sayıların Babası”na. Bu minnettarlığını her şehrin girişine bir tabela koyarak ödeyebilirdi pekala, yükseklik ve çokluğu birlikte anarak.
“Çok” kelimesini çok seviyordu. Fakat neden kafasını karıştırıyordu Exupery, Küçük Prens’ini göndererek çölüne.
“- Günaydın, dedi Küçük Prens, sigaranız sönmüş.
- Üç, iki daha beş eder. Beş, yedi daha on iki. On iki, üç daha on beş. Günaydın. On beş, yedi daha yirmi iki. Yirmi iki, altı daha yirmi sekiz. Bir daha yakmağa vaktim yok. Yirmi altı, beş daha otuz bir. Of! Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir ediyor.
- Beş yüz milyon ne?
- Hım! Daha burada mısın sen? Beş yüz bir milyon... Neydi?... O kadar işim var ki, ne olduğunu unuttum. Ben ciddi bir adamım, boş lafla vakit geçirmem! İki, beş daha yedi eder...”
Rakamlarla başı dönmüş bir adamı nasıl ayıltsın Küçük Prens! Çocukluğuna götürse onu belki fark edecek sayıların gizlediği hakikatleri. Fakat orada, daha dili döner dönmez karşısına çıkmamış mıydı ilk rakamlar. Birden ona kadar saydığında alkışlanmamış mıydı! Çarpım tablosu bir Van Gogh tablosundan, karnesindeki rakamlar gözlerindeki hüzünden daha değerli değil miydi öğretmenlerinin gözünde.
Rakamlara göre Titanik’in batmaması gerekiyordu, battı. Rakamlara göre Challenger’in patlamaması gerekiyordu, patladı. Rakamlara göre Malazgirt Savaşı’nı Romen Diyojen’in kazanması gerekiyordu, yenildi. Rakamlara göre Karun’un yeryüzünde böbürlenerek gezmesi gerekiyordu, yerin altına çekildi anahtarlarıyla. Rakamlara göre Bedir Savaşı’nda muzaffer olacaktı Ebu Cehil, Muhammed (s.a.v) kazandı.
“Bir” dışında hiçbir rakama güvenemeyiz. “Bir’in Kitabı”nda “Çokluk”un tehlikesine işaret eden bir sure var: Tekâsür. (Çoklukla Övünme.) “Çokluk”un sarhoş edici yönünü gösteriyor ilk âyet: “Çoklukla övünmek, sizi (tutkuyla) oyalayıp, kendinizden geçirdi.” “Bir’in Kitabı”nda “ileri gelenler”e değil “ihtiyacı olanlar”a öncelik verilmesini isteyen bir sure var: Abese. (Yüzünü buruşturdu.) Mekke’nin ileri gelenlerini ağırlarken Hz. Peygamber’in yanına gelen yoksul bir âmânın, Abdullah bin Mektum’un hikâyesidir bu.
Kur’ân’dan bir şeyler anlatmasını istemişti de Peygamber’den, yüz çevirmişti ondan Nebi. Meşguldü. O anda daha önemli bir işle uğraşıyordu. Ya da daha önemli olduğunu düşünüyordu yaptığı işin. Bir sureye adını verdi bu yüz buruşturuş. Âyetler indi art arda: “(Peygamber), yüzünü ekşitti ve geri döndü./ Âmânın kendisine gelmesinden ötürü/ Belki o temizlenecek/ Yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek./ Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince,/ Sen ona yöneliyorsun,/ Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.” (Abese, 1-7.)
Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah bin Mektum’la her karşılaştığında “Allah’ın kendisi sebebiyle beni azarladığı adam!” diye iltifat ediyordu ona. Kim bilir, ümmetinin dikkatini çekmeye çalışıyordu belki de sayıların gizlediği hakikate.

Carlos Juan Finlay








1881’de, Kübalı doktor Carlos Finlay aynı zamanda kara kusmuk diye de adlandırılan sarıhummanın belli bir dişi sivrisinek tarafından bulaştırıldığını ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra hastalığı önleyecek bir aşıyı da buldu.
(…)
Dünyanın bunun farkına varması yirmi yıl sürdü.
(…)
Günümüzde Asya harici tropik bölgelerde görülen ve dişi sivrisinekler aracılığıyla bulaşan sarı humma virüsünün çıkış yerinin Afrika olduğu ve virüsün 16. yüzyıldan itibaren köle ticaretiyle Güney Amerika’ya taşındığı tahmin ediliyor. 
Kesin teşhis edilebilen ilk sarı humma salgını, 1647 yılında Barbados Adası’nda yaşandı. Sadece bir yıl sonra, 1648’de Meksika’da Maya yerlileri arasında, 685’de de Brezilya’nın Recife kentinde salgınlar görüldü.
18. yüzyılda İtalya, Fransa, İspanya ve İngiltere’deki salgınlarda yüz binlerce insanın hayatını kaybetti.
Sarı hummanın tropik bölgelere mahsus olduğu varsayılsa da, Amerika’nın kuzey kesimi de 17. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın başına dek birkaç kez salgından nasibini aldı.
19. yüzyılda ise Haiti Devrimi sırasında Fransız ordusunun üçte ikisi salgın sebebiyle telef oldu ve kalan askerlerin geri çekilmesi üzerine Haiti, 1804’te bağımsızlığını ilan etti.
File:Finlay Carlos 1833-1915.jpg
Carlos Juan Finlay, 1833-1915
Hastalığın taşıyıcısının doğrudan insan teması değil de sivrisinekler olabileceğini ilk ortaya atan, 1870’lerde gerçekleştirdiği araştırmalarıyla Kübalı doktor ve bilimadamı Carlos Juan Finlay oldu. 19. yüzyıl sonundaki İspanyol-Amerikan savaşında sarı hummaya çok sayıda kurban verilmesi sonucu orduda görevli doktorlar, Finlay’in savını incelediler ve kısa sürede doğruladılar. Sivrisinekler aracılığıyla taşındığı ispatlanan ilk virüs sarı humma oldu. İlerleyen yıllarda grip, sıtma, fil hastalığı, tifüs ve başka alerjik hastalıkların da sivrisineklerle taşındığı kanıtlandı.

18 Kasım 2013 Pazartesi

Cümbüş-ü Alem


Dünya kazan sevda kepçe ölmek gibisi yok varlıktan geçince
Hayat yalan ahiret iğne varmak gibisi yok yokluktan gelince

14 Kasım 2013 Perşembe

TERADATA COALESCE

Teradata COALESCE , oracledaki NVL kullanımına çok benzerdir.
2 parametre içerir.
1. parametre null olarak kontrol edilmek istenen kolon ismidir.
2. parametre eğer null ise hangi değer döndürülmek isteniyorsa o değerin yazıldığı yerdir.

Örnek Kullanım:

 COALESCE(COLUMN_NAME ,0)

birden fazla alanın null kontolünü yapmak için de kullanılabilir

COALESCE(col1, col2, col3, 0
 
bu örnekte col1 alanı boş ise col2 alanını col2 
alanı boş ise col3 alanını döndürecektir.
eğer 3 alan da boş iise 0 değerini döndürecektir. 
 

12 Kasım 2013 Salı

AÇLIK


Create Volatile Table / Teradata

Volatile Tables are temprorary tables in teradata.

Common syntax;



CREATE MULTISET VOLATILE TABLE vt_tablename AS
(SEL columnName1,columnName2,columnName3 FROM my_real_table)
WITH DATA ON COMMIT PRESERVE ROWS;
 
 
The WITH DATA ON COMMIT PRESERVE ROWS statement keeps the data in the volatile table…otherwise you will create the structure but there will be no records.

You can make the volatile tables as SET or MULTISET.


The volatile table will persist as long as your session is connected. When session ended, volatile table will drop.

You can and should collect stats on volatile tables.

In addtion you can add primary index to volatile table with following syntax ;



CREATE MULTISET VOLATILE TABLE vt_tablename AS
(SEL columnName1,columnName2,columnName3 FROM my_real_table)
WITH DATA ON COMMIT PRESERVE ROWS ;
PRIMARY INDEX( columnName1) ;

1 Kasım 2013 Cuma

Teradata ADDING NEW COLUMN TO TABLE

We can use following query to add new column to a table 


ALTER TABLE DP_E_ODS_FIDAN.TABLENAME  ADD NEWCOLUMNNAME  DECIMAL(27,7)

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Anlamak eşduyumla mümkün

Adam, sevip âşık olduğu kadına fırsatını bulup bir kâse fıstık uzatmış ve “Bunların elmas olmasını çok isterdim” demiş. Aradan yıllar geçmiş, adam bu sefer aynı kadına pırıl pırıl elmas salkımları uzatıp  şöyle demiş:
Bunların fıstık olmasını çok isterdim.

17 Mayıs 2013 Cuma

İçindeymişik yeşilmişik sazmışık :)


Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Tutmuşum tutmuşum ellerinden senin
Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık 



Balıklar gibiymiş sessiz ve karanlık
Yüzermiş saçların yüzermiş nefesin
Susarmışız öyle bir sakin derenin
İçindeymişik yeşilmişik sazmışık...

15 Mart 2013 Cuma

CİNSELLİĞİN KUR'ANİ SİMGELERİ

İnsanlığın ilk öyküsü, cinsel bir öyküdür.
VE bu başlangıç öyküsü, nedense hep bir baştan çıkma/çıkarma öyküsü olarak okunmuştur.
Kur’an’ın, bu öyküye kazandırdığı yüksek anlatım düzeyi, ne yazık ki umumiyetle anlaşılmadan kalmıştır. Kitlelerce değil sadece, sözümona, uzmanlarınca da.
Kibrimizi ayak altına alıp itiraf etmek zorundayız: Kur’an hâlâ bakirdir. Sanki kapağı hiç açılmamış gibidir. Kendisine yönelecek cevval zekâları, kûşesinde, hâlâ sabırla beklemektedir: ıstırap çeken, olup bitene anlam vermek, olup bitene verilebilecek o anlamı bulmak, üzerindeki perdeleri kaldırmak, kısaca, düşünmek, ama sadece düşünmek isteyen namuslu zekâları. Bu toprakların kendisiyle başı belâda olan çocuklarını. Tüm yoksulları.
Başlangıç öyküsünü kısaca ve fakat yaygın simgeleriyle hatırlayalım:




Önce toprak. Lâkin ma’mur bir toprak. Güzel ve bereketli ve bakımlı.

Evet, önce bir bahçe. Hem de saklı bir bahçe. 

Dörtbaşı ma’mur bir bahçe! Cennet yani.

Sonra Adem, ve derken Havva.

Bu bahçede bir ağaç, bir de meyve var: Elma.

Öykünün en canalıcı sahnesinde insanın baştan çıkarılışı, hem de bir yılan aracılığıyla.

İnsanı yoldan çıkaran bir yılan. Fıslayan, tıslayan, vesveseci, sinsi bir şeytan.

Hâsılı, dört ögeli bir sahne:

Adem ve Havva

Yılan ve Elma

Bu ögeler birbiriyle temasa geçtiğinde, o anda, suç ve ceza oluşmuş, sâkinlerinin tamamı bu bahçeden kovulmuştur. Dördü de.

Acaba neden?




Başlangıç öyküsü, rüsum ulemasının elinde ne yazık ki bir günah öyküsü hâline dönüşmüştür. Bu zihniyete göre, ilk izdivac bir zina, bir yasak ilişkidir çünkü. Bu ilişkinin meyvelerinden insan soyunun ilk üreme tarzı da ne yazık ki ancak ensesti meşrûlaştıracak mahiyettedir.
Başlangıçta bir erkekle bir kadın varsayarsanız, bununla yetinmez Adem ile Havva isimlerini de özel isim hâline getirirseniz, olacağı budur!
Neymiş, zaruret varmış.
Cenab-ı Hak için zaruret mi olur?
Olmaz, çünkü zaruret ve mecburiyet yaratılanlar içindir, yaratan için değil!
Ne var ki Yahudiliğin ve Hristiyanlığın, ilâhî nefhanın simgesel değerini zahiriyle eşleştiren yorumlarını teyid etmeyi marifet addeden zekâlar, Kur’an’ın önceliklerini tam anlamıyla görmeyi becerememişlerdir.
Oysa Kur’an, Havva ismini zikretmez. Bu bir.
İkincisi, Adem ismini de çokluk özel isim olarak değil, cins isim olarak kullanır, yani bir şahsın değil, bir türün ismi olarak!
Tadılan meyvenin adı zikredilmemiş, ve Kur’an, bu ağacı gayet nefis bir teknikle soyut bir hâle getirip onu شجرة الخلد (ebedilik ağacı) olarak nitelemiştir. Kezâ şehvetin sembolü olan yılan figürünü de şeytana dönüştürmek suretiyle meseleyi bir çırpıda entelektüel bir sorun düzeyine çıkarmış ve tartışmanın odağına Tanrı’nın güzel isimlerini bilip-bilmeme konusunu yerleştirivermiştir.

İlk günah, cinsel bir günahtan ziyade entelektüel bir günahtır.


Bu öykü, ancak zahiren, insanın, insanını hayvanına ezdirmesinin öyküsüdür.
Sözün özü, yılan ve elma ögeleri olmaksızın insanın serüveni anlaşılamaz. İkisi de hâlâ bizimle çünkü. Erkek ve Kadın’la. Adem ve Havva’yla.
Yahudiliğin ve Hristiyanlığın etkin yorumlarının aksine, meselâ kadîm Babil anlatılarını da dikkate alarak Adem’le yılanı, Havva’yla elmayı yanyana getirebilir, yılanı fallik bir simge (penis) ve elmayı ise kadınlığın/bekâretin temsili olarak yorumlayan kadîm geleneklerin uyarılarına pekâlâ kulak verebiliriz.

Maden mertebesi: toprak/bahçe.
Bitki mertebesi: elma (kadın)
Hayvan mertebesi: yılan  (erkek)
İnsan mertebesi: Adem’le Havva (beşer/insan).

Kur’an-ı Kerim, yılan ögesi yerine şeytanı yerleştirmekle insandaki şehvet ve öfke yetilerine atıfta bulunmuş, Adem’in eylemindeki sebebi, marifetiyle, yani bilme yetisiyle değil, bilâkis doğasıyla/güdüleriyle açıklamayı tercih etmiştir.
Kur’an, kitab-ı mukaddes geleneğinin tam aksi bir istikamet izleyerek Havva’yı (Kadın’ı) tek suçlu olmaktan çıkarıp erkeğin de, kadının da bilme yetileri (kuvve-i nutkiye) yerine güdülerine (kuvve-i şeheviye ve gazabiye) tâbi olmalarını eleştiri konusu yapmıştır.
Sûfi şairler de nitekim Kur’an’ın sembolik hassasiyetine uymakta tereddüt etmemişler, ve bütün öykünün Muhammed Mustafa’nın (s.a) âlemi şereflendirebilmesi için sözde bir gerekçeden başka bir şey olmadığını söylemişlerdir:

Bildiği çün sülb-i pâkinden zuhurun yâ Rasûl 
Etmedi “Lâ tekrabâ!” nehyinden Adem ictinab 
Değil iğva-i şeytan, kandıran Adem’le Havva’yı 
Bu bir esrar-ı Hak’la şîve-i teşrif-i Ahmed’dir

Son elçinin kendi soyundan geleceğini bildiği içindir ki Adem لا تقربا (Yaklaşma!) yasağından kaçınmadı.
Adem’le Havva’yı kandıran, yoldan çıkaran gerçekte şeytanın fısıltıları olmayıp aksine bu olgu hakikatte sırf Ahmed’in bu âlemi onurlandırması yüzüsuyu hürmetine Varlık’ın insanın özünde harekete geçen işvelerinin/cilvelerinin bir eseridir.
Bil ki ey talib, Adem henüz toprakla su arasında iken, Ahmed, Hakk’ın sînesinde idi. Önce Ahmed (öz), sonra Adem (kabuk) varoldu. Önce can, sonra ten âlemi teşrif etti.
Yani özün suduru için değil, zuhuru için Adem ile Havva’ya ihtiyaç hâsıl oldu. Doğaya ve yaşama.




Kur’an simgeselliği açısından Havva’ya ن (nun = hokka), Adem’e ise القلم (kalem) verilince, insanlığın tarihi harf harf yazıldı ve hâlâ da yazılıyor.

Öyle ki yılan, Kur’an’da Kaleme, elma ise Hokkaya dünüştü. Dehr (zaman) de denilen levhaya nakşolunan harfler, ancak, Adem’in kalemi Havva’nın mürekkebiyle birleşince yazılabildi.

Böylelikle birlik çokluk hâlini aldı.


Ne güzel söyler büyüklerimiz:

Bildi ânı şol kimse kim âkil u dânâ imiş 
Kaf ile Nun’dan murad ol Adem u Havva imiş
Ey talib, hakikati taleb ediyorsan, hurafelere hürmet et, sophos kadar, mythosa da kıymet ver.

Bil ki hakikati, talibine, hurafelerin içinde sunmak edebdendir.
 
 
kaynak: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/03/cinselligin-kurani-simgeleri.html