Fikirlerini Paylaş, Sen de Kazanmaya Başla!

6 Ağustos 2010 Cuma

Bir Fransızın Gözüyle İstanbul ve Osmanlı İnsanı

İstanbul şehri ve Osmanlı insanı hakkında şimdiye kadar çok şey söylendi ve çok şey yazıldı. Çünkü bu şehir Ortaçağda insanların yaşadığı en büyük ve en gösterişli yer olması yanında dünyanın yönetildiği bir merkez olma özelliğini de taşıyordu. Yığın yığın insan bu cazibe merkezine geliyor, çevreyi ve burada yaşıyanları gözlemliyordu.

Şehri süsleyen, hepsi birer sanat şaheseri yapılarla etrafa huzur ve sükun dağıtan insanlar tarihcilerin seyahat notlarına konu oluyordu. Objektif bir uslupla kaleme alınmış bu seyahatnamelerden yola çıkarak, asılsız iddialarla karalanan bir tarihin aslında nekadar berrak olduğunu görmek hiçde zor değil. Osmanlı insanı ve İstanbul u sadece gözlemlerinden yola çıkarak objektif bir şekilde kaleme alan seyyahlardan biri de Fransız Edebiyatının en ünlü yazarlarından olan Gerard de Nervaldır.

19.yy da yaşamış olan bu edebiyatcı şiir, roman, piyes vb. dallarda verdiği ürünlerle 135 yıldır okunagelmektedir. Ama onu en popüler yapan şey gezi notlarıdır. Döneminin otoriteleri tarafından "Deha ve delilik sınırı üzerinde yaşayan sanatkar" olarak nitelendirilen yazar, kendi zamanında en çok seyahat eden kişiler arasında yeralmıştır. Hayran kaldığı şark topraklarındaki gözlemlerini detaylı bir şekilde kaleme alan yazar, istanbul a da birçok kez gelmiştir. Bu gezilerinde kaleme aldığı notlarıyla 19.yy İstanbul hayatı ve Osmanlı insanı hakkında bize güvenilir bilgiler sunmaktadır.
Osmanlı ülkesine ayak basan yazarı ilk şaşırtan konu, çok uluslu bir yapıya sahip olan bu devletin içinde barınan; farklı kültüre , millete ve dine sahip insanların kardeşce yaşamalarıdır. Bu duygularını da şu şekilde ifade etmiştir;

- "İstanbul tuhaf bir şehir. Dört millet bir arada yaşıyor ve birbirlerinden nefret etmiyorlar. Türkler,Ermeniler,Yahudiler ve Rumlar aynı topraklarda yaşayan insanlar olarak birbirlerine gösterdikleri tahammül ve müsamahayı bizde çeşitli vilayet veya partilere mensup insanlar arasında göremeyiz."

Yazılarında zaman zaman Avrupa ve Osmanlıyı kıyaslamayı da ihmal etmeyen yazar, devletin diğer milletlere gösterdiği derin goşgörüyü de sık sık vurgulamıştır. İşte İstanbul kahvehanelerinden bir manzara

- "Galata sur kapısını geçtikten sonra bizimkilere benzer kahvehanelerle karşılaşıyoruz. Masaları Ermeni ve rum gazeteleriyle dolu. İstanbul da bu dillerde beş altı tane gazete çıkıyor. Mora dan gelen yunan gazeteleri de ayrı."

İstanbul u dikkatli gözlemleyen hemen her kişiyi şaşırtan bazı detaylar vardır. İşte bu şaşırtıcı detaylardan biri olan Osmanlı mezarları ve mezartaşlarını bakalım yazarımız nasıl anlatıyor.

- "Boğazda son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe gerek yok sanırım. İstanbulun bütün güzel yerleri , gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayaletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezartaşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii , sosyal seviyesini veya mezarın eskiliğini belli ediyor. Bunların bazıları son modaya uygun. Bazı mezartaşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu yeniçeri mezarlarına ait. (2.Mahmud Döneminde hal edilmeleri üzerine) Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler."

Osmanlı ülkesine gelen her gayrimüslimin görmeyi arzuladığı en önemli kişi hiç şüphesiz Osmanlı Padişahıdır. Bu emellerine ulaşmak için kimi zaman Cuma selamlıklarına , kimi zaman da At Meydanındaki etkinliklere katılırlar, Yazarımız da bir Cuma selamlığı öncesi tüm dikkatini toplayarak padişahı gözlemliyor. Şüphesiz zengin bir şatafat içinde bekliyor Osmanlı Padişahını; ama görülen o ki hiçte kafasında canlandırdığı gibi biriyle karşılaşmıyor.

- "Limana doğru inerken mütevazi bir fayton içinde sultanın geçişini gördüm. İki tekerlekli arabaya iki at koşulmuştu. Sultanın üzerinde yakasına kadar düğmeli sade bir redingot vardı.Türkler Tanzimattan buyana redingot gimeye başlamışlardı. Sultanın kıyafetini öbürlerinden ayıran tek özellik, fesinin üzerindeki pırlantalı imparatorluk nişanıyıdı."

Bu merasim sonrası Pera ya (Beyoğlu) ilerleyen padişah ve maiyeti bir tekkeyi ziyaret ederler. Tekke çıkışında meydana gelen olay yazarımızı fazlasıyla şaşırtmıştır. Çünkü Osmanlı yönetiminden bu dereceye varan bir din hoşgörüsü beklememektedir.

- "Sultan Pera caddesine gelmişti. Burada bulunan bir tekkeye girdi. Meşhur mürted Kont Bonneval in mezarıda buradadır. ( Humbaracı Ahmet Paşa) Biz tekkenin kapısında beklerken başlarında Rum rahiplerin bulunduğu bir cenaze alayı göründü. Alay şehrin dışına doğru ilerliyordu.. Padişahın muhafızları rahiplere yol değiştirmelerini, padişahın çıkmak üzere olduğunu ve bir cenaze ile karşılaşmasının hoş bir şey olmayacağını söylediler. Bir tereddüd anı oldu. Niyahet bizans vari giyimi ile başrahip muhafızların reisine hitap etti. Onunla konuştuktan sonra yollarına devam ettiler. Eğer o anda sultan dışarıya çıksaydı, cenaze alayı değil sultan bekleyecekti. İstanbul da bütün dinlere karşı büyük müsamaha vardır ve bu olayı buna misal olarak kaydediyorum."

Yazarımızı şaşırtan diğer bir konu ise kendi tabiriyle, "Avrupalı yazarların hayallerinde abarttıkca abarttıkları" , padişahın evlilik yaşamı ve harem meselesidir. İstanbul da yakın çevresinin anlattıkları ve bizzat kendi gözlemledikleri ile meselenin hiçte duyduğu gibi olmadığını gören yazar bu meseleyi de şu şekilde kaleme almıştır.

- "Sultan bütün imparatorluk içinde kanuni yoldan evlenme hakkından mahrum olan tek insandır. Çünkü bazı ailelerle bu şekilde bir bağ kurmasının bu ailelere büyük nüfuz kazandıracağından korkuyor, bunu istemiyorlar. Bir yabancı kadınla da evlenemiyorlar. Geçindirme imkanı olmak şartıyle her müslüman erkeği dört kadınla evlenme hakkına sahip olabildiği halde, padişah bu haklardan mahrumdur. Kadın sultanlar vardır ama bunlara meşru karısı denemez. Çünkü bunlar aslında birer esirdirler. İmparatorluk içindeki bütün Türk,Ermeni,Rum, Musevi ve Katolik kadınlar hür oldukları için hareme alınmazlar. Hareme alınan insanlar, İslam olmayan ve imparatorlukla resmi ilişkisi bulunmayan ülkelerden toplanırlar."

- "Arkadaşım bana sarayda bulunan kadınların sayısını da söyledi. Bu sayı Avrupada zannedildiğinden çok farklı. Sultanın hareminde sadece otuz üç kadın var. Bunların da sadece 3 tanesi gözdesidir. Diğer kadınlar birer odalıktır, yani oda hizmetçisidir. Avrupalılar odalık sözünü yanlış anlıyorlar."

Herşeyin maddiyat olduğunu sanan ve herşeyde kendi menfaatlerini ön plana çıkaran bir anlayışın aksine, yardımlaşma ve kardeşliği topluma benimsetmiş bir toplulukla karşılaşmak Avrupa insanını herzaman heyecanlandırmıştır. Hele hele bu yardım etme ahlakının insanları aşıp hayvanları bile kapsaması, onların hemen hiç görmedikleri birşeydir. Böyle birkaç tabloyla karşılaştıktan sonra bakalım yazarımız neler hissetmiş.

- "Geniş bir sahayı kaplayan Topcu Kışlasının etrafını alan bu korudan çıkınca kendimi Büyükdere yolunda buldum. Yemyeşil bir çayır kışlanın önüne kadar uzanıyor. Burada bir sahneye şahit oldum ki daha evvel gördüklermden pek ayrı bir şey değil. Çayırda birkaç yüz köpek birarada sabırsızca bekleşiyordu.Az sonra askerlerin koca kazanlar taşıdığını gördüm. Kazanı bir sırığa geçirmişler, sırığı omuzlarına almışlardı. Köpekler bunu görünce sevinç çığlığı atar gibi havlamaya başladılar. Kazanlar yere konur konmaz bulundukları yerden ileriye doğru fırladılar. Askerler ellerindeki sırıklarla onları gruplara ayırmaya çalışıyorlardı. Orada bulunan bir italyan bana " Köpekler için özel olarak yemek pişiriliyor, bu hayvanlar hiç te talihsiz değil." Dedi. İstanbul da hayvanları koruma derneklerinin yanısıra, cami ve çeşme yakınlarında sırf hayvanların faydalanması için havuzlar yapılmış."

- "Bir kahvehaneye geliyoruz. Dondurma,limonata, moka herşey Fransız usulüde , tam Avrupai bir yer. Mahalli olan tek şey , insandan hiç kaçmayan üç dört leyleğin masaların aralarında dolaşıp durmalarıdır. Masanıza oturup kahvenizi söyler söylemez bu leylekler yanınıza sokulur ve birer soru işareti gibi orada dikilirler. Uzun boyunlarını ve gagalarını masanızın üzerine rahatça uzatarak şekerinizi alabilirler ama buna cesaret edemiyor ve sizin vermenizi bekliyorlar. Ve masa masa dolaşıp şeker ve bisküvi topluyorlar."

- "Tekke avlusuna girince birsürü köpek gördük. Hizmet işleriyle uğraşanlar bunlara yiyecek dağıtıyorlardı. Köpeklerin beslenebilmesi için eskiden beri bol miktarda bağış yapıyorlardı. Akasya ve çınar ağaçları ile gölgeli duvarları tahtadan yapılmış boyalı kuşluklarla doluydu. Kuşlar gelip yuva yapsın diye konulmuştu bu kafesler. Ve kuşlar bu yarı hazır yuvaları benimsiyor, sahipleniyor, hiç korkmadan , aç kalmak endişesi duymadan yaşayıp gidiyorlar."

Osmanlı insanının ruh haletini ve sanat anlayışını yansıtan son derece estetik cumbalı evler ve bunların süslü ayrıntıları her göreni cezbederken, son dönemlerde ortaya çıkan Avrupai özenti ve taklitcilik anlayışı ile bu kültürün terkedilmesi de başta batılılar olmak üzere birçok kişinin tepkisini çekmiştir. Yazarımızın da dikkatini çeken bu konu onun kaleminden şöyle anlatılmaktadır.

- "Tanzimat Osmanlıya fes giydirmiş, onu yakasına kadar düğmeli bir regingot içine hapsetmişti. Evlerin süsünü de kaldırmıştı. Artık petek gibi işlenmiş tavanlar veya stalaktitler, oymalar, sedir ağacından işlemeli sandıklar yapılmıyordu. Bunların yerini dümdüz boyalı , silme kornişli duvarlar alıyordu. Oyma panolar içinde birkaç alelade resim, birkaç saksı, hepsi bukadar."

Uzun yıllar birçok topluluğu barış ve hoşgörü içinde yöneten bu devleti, yıpratma adına ortaya atılan iftiralardan biri de Osmanlı Devletinin sanata ve sanat eserlerine olan bakış açısıydı. Osmanlı Devletinin sanata hiçte olumlu bakmadığı ve sanat eserlerini de hoş görmediği şeklinde yanlış düşüncelerle başkente giden yabancılar, büyük meydanlarda tüm ihtişamıyla duran anıtları ve elinde kamışıyla değişik sanat dallarına imza atan sanatcıları görünce tüm duyduklarının yanlış olduğunu anlamakta gecikmediler. Onları en çok şaşırtan bir diğer konu da bu insanların önceki devletlere ve kültürlere ait eserleri koruma hassasiyetleriydi. İşte bir bayram sabahında At meydanında yazarın düşündükleri

- "Bayram sabahı güneş doğarken gemilerden ve bütün hisarlardan atılan toplar şehri inletti. Bin minareden yükselen ezan sesleri her tarafta yankılandı. Bu sefer merasim yeri At Meydanı idi. Burası Bizans İmp. nun hatıraları ile meşhurdur ve meydanda onlardan kalan abideler vardır. Mısırdan getirilen taşın beyaz mermerden kaidesi heykel kabartmalarla doludur. O heykellerin orada durmaları , Türklerin, biz Avrupalıların zannettiği gibi heykel düşmanı olmadıklarını ispat ediyor."

Yabancıların yanlış bildiği bir başka konu da müslümanların dini inanışlarıdır. Kulaktan duyma karalamalarla, müslümanlar ve onların yaşantılarını çok yanlış bilen bu kişiler gibi yazarımızda karşılaştığı manzaralar karşısında ister istemez kendi toplumuyla Osmanlı teb asını kıyaslamak zorunda kalmış ve karşı karşıya kaldığı bu gerçeği itiraf etmekten çekinmemiştir.

- "Müslümanları çapkınlıkla ve bazı adetlerini saçmalıkla suçlamak ve tarif etmek, bence hatadır. İnançları ve adetleri bizimkinden o kadar farklı ki hüküm verirken bu farkı gözetemiyoruz, nispeten daha bozuk ahlakımızla onlar hakkında hüküm veremeyiz. Bir müslümanla eşi arasındaki münasebeti, hatta namusluluğu hesaba katsaydık, bizim 18. yy yazarlarımızın yarattığı sefahat uydurmalarına inanmaz, doğruyu anlamış olurduk."

Osmanlı Devleti içinde farklı dinlere mensup insanlar birarada yaşamaktadır. Böyle bir manzara dünyanın başka hiç bir ülkesinde mevcut değildir. Ama yazar öyle bir manzarayla karşılaşmıştır ki bukadarının da olabileceğini kesinlikle düşünmemiştir. Pera da oturan yazar o bayram sabahında caddeye adım atar atmaz bakın neler görmüştür.

- "Pera da oturan Avrupalıların çoğu bu bayram kalabalığına katıldı. Çünkü bayram günleri , diğer dinlerden olanlar da Müslümanların merasimlerine iştirak ederler , onlarda bayram yaparlar. İslami merasime kalben katılmayanlar için bile bu bir bayramdı."

Herkesin aklında yardımlaşmanın bir sınırı vardır. Fakat hemen her manzarası insanı şaşırtan bu tuhaf ülkede yardımlaşmanın boyutları da elbette akılları zorlayacak boyutlardadır. O bayram günü, bayram namazı sonrası, At Meydanında meydana gelecek olaylar merasimi izleyen yabancıların neredeyse küçük dillerini yutmalarına sebep olacaktır. Yazarımızdan dinleyelim.

- "Kurban kesiminden sonra herkes yiyecek ve içeceklere yöneldi. Çörekler, şekerli kaymaklar, kızartmalar ve halkın en çok sevdiği kebaplar pek boldu. Bunlar halka ücretsiz dağıtılıyordu ve bunların parasını zengin kişiler ödüyorlardı. Ayrıca herkes istediği eve girer, sofraya oturur ikram görürdü. Fakir zengin bütün müslümanlar evlerine gelen insanların dini, ırkı ve sosyal durumları ne olursa olsun kendi varlık durumlarına göre ziyafet verirler, memnun etmeye çalışırlar."

Osmanlı Ülkesine gelerek burada yaşayan insanları ve onların davranışlarını gözlemleyen ve gördükleri karşısında hayran kalan her kişinin, böyle bir ahlaki yapının oluşmasına sebep olan dini yapıdan etkilenmemeleri mümkün değildir. İslam Dinini tüm saflığı ve temizliği ile yaşayan dervişler de yazarın dikkatinden kaçmamıştır. Şimdi seyahatnamenin bu konudaki yaklaşımına bakalım.

- "İstanbul da dervişlerin ibadetleri ve ibadet şekli bana çok tesir etti. Onlar için Allah kelamı her dilde geçerlidir. Bu dervişler hiç kimseyi ney sesiyle kendileri gibi dönmeye mecbur etmiyorlar. Fakat bu usül onlar için Allaha şükretmenin , Onun büyüklüğünü ifade etmenin en ince ve en yüce şeklidir."

Görüldüğü üzere Fransız Edebiyatının güçlü kalemlerinden Gerard de Nerval , hiçbir etkide kalmadan, sadece kendi gözlemlerinden yola çıkarak bu seyahatnameyi en gerçekci şekilde kaleme almıştır.

Devrinin otoriteleri tarafından " Bir yol açıcı, temiz, akıcı usluba bir örnek ve hayal gücünde gizli gerçekleri sezip görmekte eşsiz bir yazardır." Şeklinde tanımlanan gezgincimizin ilginç seyahat notları umarız ki kendi geçmişini bilmeyen ve acımasızca eleştirmekten de kaçınmayan bir kısım insanlarımıza ufuk olur ve onları geçmişlerini daha detaylı incelemeye sevkeder. Sözlerimizi yine yazarımızın bu eserini noktaladığı cümlelerle bitiriyoruz.

- "Ben İstanbul u tarif işine girişmiyorum. İstanbul un sarayları camileri hamamları kıyıları çok yazıldı. Çok anlatıldı. Ben sadece cadde ve meydanlarda gördüğüm şeyler hakkında bir fikir vermek istedim. Şu şehir eskiden beri Avrupa ile Asyayı birleştiren tılsımlı ve adeta kutsal bir mühürdür."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder