Zaman denilen şey meğer ne çok şey öğretirmiş insana…
Sesimizi yanıbaşımızdaki insana duyuramazken, anlatamazken içimizdekileri, şu dilimiz dönmezken acizliğimize bile… meğer sadece zaman gösterirmiş tüm bilmediklerimizi yüreklerimize…
Gözlerden yaş düşerken yanaklarımıza, neden süzülüp aktığını her zaman biliyor muyuz acaba… yoksa gönlümüzün o derin yerlerindeki çığlıklara sağır mı hala kulaklarımız. Nereye kadar bu kaçış kendi kendimizden. Yüzleşme cesareti gösteremeden geçirdiğimiz bu kaçıncı korkak gün olacak seyir defterimizde(!)
Hani demişler ya insan başkalarından ne kadar az şey beklerse, o kadar kazanır şu hayatta… Bu kaybolunmuşluklar arasında kendimizi bulamazken dar sokakların lambalarının sönük ışıklarında bir de başkalarının asasına dayanmak, başkasından gelecek sesle ayaklanmayı beklemek; zaten ellerimizin tıkadığı kulaklarımıza bir kat daha tıkaç ekleyip beklemek gibi bir şey olsa gerek.
Tüm bu kaygısızlık yüreğimizde olup bitenlere iken, dış dünyamızda olan, özellikle de maddi çıkar sağlayacak, durumlarla ne kadar da alakadarız. Ne kadar da zaman harcıyoruz üzerinde! İşimize ne kadar da düşkünüz ki bütün gün onla yatıp onla kalkıyoruz. O kadar meşgulüz ki bunla patronumuzun söylediğini listenin en başına alıp, yüreğimizin dediğini de en sona koyup, söz hakkı yüreğe gelmeden kapatıveriyoruz o günkü oturumu…
Zamanın öğretmenliği dediysem, zannetmeyin ki yaşı altmışa dayanmış insanların anlayabileceği tarzdan bir öğretim bu! Tüm yaşanmışlıkların, ki bu tecrübe dediklerimiz hangi yaşta olursa olsun, zamana bölünmesinden elde edilen ve elde kalanlardan toplatılmış(!) bir öğrenim bu. Toplatılmış gibi bir yaptırım kelimesi çünkü bunu yaptıran da zaman! Eğer hiç onun ilerlemediğini bilseydik vicdan denilen hilesiz tartının üzerine ne zaman(!) koyardık yaşadıklarımızın analizini…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder