Çıktım erik dalına anda yedim üzümü.
Yıllar önce bir derste öğrencilere bu ifadenin anlamını sormuş ve birbirinden çok farklı cevaplar almıştım. Genç dediğin muzip olur, herhalde ondandır.
Bazıları Yunus'un yanlış ağaca çıkmış olduğunu söyledi, bazıları erik
ağacına çıkıp yandaki asmadan üzüm yediğini, bazıları yediğinin üzüm gibi
erikler olabileceğini, bazıları da ne yediğini bilemediğini ya da kelime oyunu
yaptığını ve dahi zaten şâir takımının böyle anlamsız kelime oyunları
yapabileceklerini, vs.
Sözün
sadece söylenmiş olmasının tek başına bir kıymeti var mıydı acaba?
Bazen nadir
bulunur birtakım nâdanlıklar karşısında ne diyeceğimi bilemez hale gelip de
isteğimi, söz söyleme isteğimi kaybettiğimde öylece durur ve kendi kendime hep
bu sorunun cevabını aramaya başlardım.
Söylenmesi
gereken söylenmeli mi (idi)?
Hani
derler ya, adı üstünde.
Bakınız işte adı üstünde: söylenmesi gereken.
Söylemenin
gerekliliği biliniyorsa, söylemekte niçin tereddüt edilsin o halde?
Hem
söylenmesi gerekli olacak, hem de söylenip söylenmemesi üzerine şüphe izhar
edilecek?
Acaba bu bir kuşku mu, yoksa kuruntu mu?
Şüphe izharı diye görünen bu
tutum, basbayağı bir vehim mahsûlü olmasın?
Gereklilik sözün arazlarıyla alâkalıysa,
itiraz yerinde gibi görünüyor. Fakat muhataplar nazar-ı itibara alındığı
takdirde, yani sözden murad sözün anlaşılması olduğu halde, bu itiraz söz
götürür. Öyle ya, söylenmesi gerekenin ifade edilmesi, sözün salt ifadeye getirilmesi değil, bilakis faide getirmesi ise, ifade istifade içinse ve nâdan
takımı için ne faide, ne
de istifade sözkonusu değilse?
Belâğat
İlmi'nin bildik kaidesidir:
Kelâm mukteza-yı hâle mutabık olmalıdır.
Başka bir deyişle:
Söz karşıdaki kişinin düzeyi ile mütenasib olmalıdır.
Kelâmın
mukteza-yı hâle uygun olması, sözün söyleneceği kimsenin, yerin ve ortamın iyi
seçilmesiyle alâkalı olup söylenmesi gerekenin gerekliliğiyle alâkalı değildir,
yani söylenmesi gerekli olan, her halukârda söylenmeli ve fakat kime, nerede ve
nasıl söyleneceği iyi hesap edilmelidir. İlki başka, ikincisi daha başka.
Velhâsıl
işin içinde erik dalına çıkıp anda erik değil, üzüm yemek var.
Oysa Yunusumuz
ne güzel söylemiş ve —niçin açıkça söylemeyeyim— aslında herşeyi ve apaçık bir
surette, üstelik ne kadar mümkünse o kadar dolayımsız bir surette söylemiş.
O
sadece söylenmesi gerekeni söylemiş, gerekliliği faideye hasretmeyip ifadeyi
yeterli görmüş, hatta bu arada lütfedip Retorikçilerin (Belâğiyyûn) bir ifadede aradıkları
asgarî şartı, fâide-i tâmmeyi
de yerine getirip vazifesini itmam eylemiş. Ne var
ki kimse bu sözden birşey anlamamış.
Güya
sözün açıklanması gerekiyormuş. Adam gibi söylese a, diyen nâdanları da
dikkate alarak sözü söylemeliymiş ki mütekellim böylelikle kendi hakkında sû-i
zanlar oluşmasına fırsat vermesinmiş.
Söylenmesi
gereken, gerekliliğini mukteza-yı
zâhir-i hâle borçlu olsa ve muhatapların zâhiri işbu gerekliliği
vareden yegâne sebep olsa, belki bu takdirde hikmet ehli hep muhatapların
hâline nazaran konuşurlar, konuşabilirlerdi. Fakat ya Bayezid-i Bistamî
hazretlerinin, kırk yıldır tekellüm ediyorum da insanlar benim kendileriyle
konuştuğumu zannediyorlar, dediği gibi düşünüyorlarsa ve mukteza-yı zahir-i hâli değil de,
sadece mukteza-yı hâli
nazar-ı itibara alıyorlarsa?
Ya onlar kendi kendilerine konuşuyorlarsa?
Fıkara takımı hayatın kendilerine hazırladığı sürprizleri bilmez,
bilemez. Bildikleri —Kur’an'ın ifadesiyle— sadece dünya hayatının zâhiridir. Bu
bakımdan sadece zâhire göre konuşmak, zâhiri nazar-ı itibara alıp konuşmak
mecburiyetindedirler. Konuşmalarındaki parlaklık, zâhire teşne olanların aradığı
parlaklıktır.
Ne yapıp edip kendi kendilerine konuşanları aramak ve bulmak
zorundayız. Fakat tek sorunumuz şu:
Hiçi nerede arayacağız, hiçi nasıl bulacağız?
Kaynak: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/10/ciktim-erik-dalina-anda-yedim-uzumu.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder