Oracle Functions | Teradata Functions |
---|---|
DECODE(A,NULL,B,C) | CASE WHEN A IS NULL THEN B ELSE C END |
DECODE(A,B,C,D) | CASE A WHEN B THEN C ELSE D END |
GREATEST(A,B) | CASE WHEN A >= B THEN A ELSE B END |
INSTR(A,B) | INDEX(A,B) |
LEAST(A,B) | CASE WHEN A <= B THEN A ELSE B END |
LENGTH(A) | CHAR_LENGTH(A) |
LPAD(A,B) | CAST(A AS CHAR(B)) |
LTRIM(A,B) | TRIM(LEADING B FROM A) |
MONTHS_BETWEEN(A,B) | ABS(CAST((A - B MONTH) AS INTEGER)) |
RTRIM(A,B) | TRIM(TRAILING B FROM A) |
TO_CHAR(ANUMBER,B) | CAST((ANUMBER (FORMAT B)) AS CHAR(X)) |
NVL(A,B) | COALESCE(A,B) |
TO_CHAR(ADATE,B) | CAST((ADATE (FORMAT B)) AS CHAR(X)) |
TO_CHAR(ADATE,'MM_YY') | (ADATE (FORMAT'MM')) || '_' || (ADATE (FORMAT'YY')) |
TO_CHAR(X[,F]) | CAST(X AS CHAR [FORMAT F]) |
TRUNC(T[,F]) | CAST(D AS DATE [FORMAT F]) |
TO_NUM(X[,F]) | CAST(X AS NUMERIC [FORMAT F]) |
TO_DATE(X[,F]) | CAST(X AS DATE [FORMAT F]) |
TO_NUMBER(X[,F]) | CAST(X AS NUMERIC [FORMAT F]) |
SIGN(A) | CASE A WHEN > 0 THEN 1 WHEN < 0 THEN -1 ELSE 0 END |
27 Aralık 2013 Cuma
oracle equivalent function in teradata
17 Aralık 2013 Salı
ÇIKTIM ERİK DALINA, ANDA YEDİM ÜZÜMÜ
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü.
Yıllar önce bir derste öğrencilere bu ifadenin anlamını sormuş ve birbirinden çok farklı cevaplar almıştım. Genç dediğin muzip olur, herhalde ondandır.
Bazıları Yunus'un yanlış ağaca çıkmış olduğunu söyledi, bazıları erik
ağacına çıkıp yandaki asmadan üzüm yediğini, bazıları yediğinin üzüm gibi
erikler olabileceğini, bazıları da ne yediğini bilemediğini ya da kelime oyunu
yaptığını ve dahi zaten şâir takımının böyle anlamsız kelime oyunları
yapabileceklerini, vs.
Sözün
sadece söylenmiş olmasının tek başına bir kıymeti var mıydı acaba?
Bazen nadir
bulunur birtakım nâdanlıklar karşısında ne diyeceğimi bilemez hale gelip de
isteğimi, söz söyleme isteğimi kaybettiğimde öylece durur ve kendi kendime hep
bu sorunun cevabını aramaya başlardım.
Söylenmesi
gereken söylenmeli mi (idi)?
Hani
derler ya, adı üstünde.
Bakınız işte adı üstünde: söylenmesi gereken.
Söylemenin
gerekliliği biliniyorsa, söylemekte niçin tereddüt edilsin o halde?
Hem
söylenmesi gerekli olacak, hem de söylenip söylenmemesi üzerine şüphe izhar
edilecek?
Acaba bu bir kuşku mu, yoksa kuruntu mu?
Şüphe izharı diye görünen bu
tutum, basbayağı bir vehim mahsûlü olmasın?
Gereklilik sözün arazlarıyla alâkalıysa,
itiraz yerinde gibi görünüyor. Fakat muhataplar nazar-ı itibara alındığı
takdirde, yani sözden murad sözün anlaşılması olduğu halde, bu itiraz söz
götürür. Öyle ya, söylenmesi gerekenin ifade edilmesi, sözün salt ifadeye getirilmesi değil, bilakis faide getirmesi ise, ifade istifade içinse ve nâdan
takımı için ne faide, ne
de istifade sözkonusu değilse?
Belâğat
İlmi'nin bildik kaidesidir:
Kelâm mukteza-yı hâle mutabık olmalıdır.
Başka bir deyişle:
Söz karşıdaki kişinin düzeyi ile mütenasib olmalıdır.
Kelâmın
mukteza-yı hâle uygun olması, sözün söyleneceği kimsenin, yerin ve ortamın iyi
seçilmesiyle alâkalı olup söylenmesi gerekenin gerekliliğiyle alâkalı değildir,
yani söylenmesi gerekli olan, her halukârda söylenmeli ve fakat kime, nerede ve
nasıl söyleneceği iyi hesap edilmelidir. İlki başka, ikincisi daha başka.
Velhâsıl
işin içinde erik dalına çıkıp anda erik değil, üzüm yemek var.
Oysa Yunusumuz
ne güzel söylemiş ve —niçin açıkça söylemeyeyim— aslında herşeyi ve apaçık bir
surette, üstelik ne kadar mümkünse o kadar dolayımsız bir surette söylemiş.
O
sadece söylenmesi gerekeni söylemiş, gerekliliği faideye hasretmeyip ifadeyi
yeterli görmüş, hatta bu arada lütfedip Retorikçilerin (Belâğiyyûn) bir ifadede aradıkları
asgarî şartı, fâide-i tâmmeyi
de yerine getirip vazifesini itmam eylemiş. Ne var
ki kimse bu sözden birşey anlamamış.
Güya
sözün açıklanması gerekiyormuş. Adam gibi söylese a, diyen nâdanları da
dikkate alarak sözü söylemeliymiş ki mütekellim böylelikle kendi hakkında sû-i
zanlar oluşmasına fırsat vermesinmiş.
Söylenmesi
gereken, gerekliliğini mukteza-yı
zâhir-i hâle borçlu olsa ve muhatapların zâhiri işbu gerekliliği
vareden yegâne sebep olsa, belki bu takdirde hikmet ehli hep muhatapların
hâline nazaran konuşurlar, konuşabilirlerdi. Fakat ya Bayezid-i Bistamî
hazretlerinin, kırk yıldır tekellüm ediyorum da insanlar benim kendileriyle
konuştuğumu zannediyorlar, dediği gibi düşünüyorlarsa ve mukteza-yı zahir-i hâli değil de,
sadece mukteza-yı hâli
nazar-ı itibara alıyorlarsa?
Ya onlar kendi kendilerine konuşuyorlarsa?
Fıkara takımı hayatın kendilerine hazırladığı sürprizleri bilmez,
bilemez. Bildikleri —Kur’an'ın ifadesiyle— sadece dünya hayatının zâhiridir. Bu
bakımdan sadece zâhire göre konuşmak, zâhiri nazar-ı itibara alıp konuşmak
mecburiyetindedirler. Konuşmalarındaki parlaklık, zâhire teşne olanların aradığı
parlaklıktır.
Ne yapıp edip kendi kendilerine konuşanları aramak ve bulmak
zorundayız. Fakat tek sorunumuz şu:
Hiçi nerede arayacağız, hiçi nasıl bulacağız?
Kaynak: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2013/10/ciktim-erik-dalina-anda-yedim-uzumu.html
10 Aralık 2013 Salı
6 Aralık 2013 Cuma
4 Aralık 2013 Çarşamba
3 Aralık 2013 Salı
Sayıların gizlediği hakikat / A. Ali Ural
Birden ona kadar sayan çocuk
şekeri hak etti, çünkü sayılar tatlıdır. Sayı saymasını öğrenmeseydi
masalın sonunda gökten kaç elma düştüğünü bilemeyecekti.
Saydığı her şeyi kendinin sanıyordu çocuk. Bu yüzden karşılaştığı her şeyi saymaya, sayamadığı şeylere kuşkuyla bakmaya başladı. Kalemlikte yedi kalem vardı, bu iyiydi. Gökte sayamadığı kadar yıldız, bu kötü. Büyüdükçe sayabildiği her şeyin kendinin olmadığını öğrendi çocuk. Bu önceleri biraz canını sıktıysa da, açığını kapatmakta gecikmedi: Kendisinin olmasa da kontrolü altında olabilirdi sayabildiği her şey. Böylece sayabildiği sürece korkmasına gerek kalmayacağını öğrendi. Fakat sayısını bilmediği o kadar çok şey vardı ki içini ürperten. Korkularıyla baş edemeyince istatistik bilimiyle tanıştırdılar onu. Kendi sayamasa da birilerinin onun adına her şeyi saydığını öğrendiğinde dünyalar onun olmuştu.
Yine de işler yolunda sayılmazdı. Öğrendiği her bilgi daha kayda geçirilirken yeni soruları sürüklüyordu peşinden. Bir bilginin bin meçhulü sırtında taşıması yüzünden, hafifleyemiyordu bir türlü. Neyse ki “Bir dik üçgende dik kenarın yani hipotenüsün bir kenarını oluşturduğu karenin alanı diğer iki dik kenarın birer kenar olarak oluşturdukları karelerin alanları toplamına eşittir,” derken hızını alamayıp, “Her şey sayıdır,” deyivermişti Pisagor. Sayıların nihai gerçek olduğunu, matematik aracılığıyla her şeyin tahmin edilebileceğini ve ölçülebileceğini öğrettiği için minnettardı “Sayıların Babası”na. Bu minnettarlığını her şehrin girişine bir tabela koyarak ödeyebilirdi pekala, yükseklik ve çokluğu birlikte anarak.
“Çok” kelimesini çok seviyordu. Fakat neden kafasını karıştırıyordu Exupery, Küçük Prens’ini göndererek çölüne.
“- Günaydın, dedi Küçük Prens, sigaranız sönmüş.
- Üç, iki daha beş eder. Beş, yedi daha on iki. On iki, üç daha on beş. Günaydın. On beş, yedi daha yirmi iki. Yirmi iki, altı daha yirmi sekiz. Bir daha yakmağa vaktim yok. Yirmi altı, beş daha otuz bir. Of! Beş yüz bir milyon altı yüz yirmi iki bin yedi yüz otuz bir ediyor.
- Beş yüz milyon ne?
- Hım! Daha burada mısın sen? Beş yüz bir milyon... Neydi?... O kadar işim var ki, ne olduğunu unuttum. Ben ciddi bir adamım, boş lafla vakit geçirmem! İki, beş daha yedi eder...”
Rakamlarla başı dönmüş bir adamı nasıl ayıltsın Küçük Prens! Çocukluğuna götürse onu belki fark edecek sayıların gizlediği hakikatleri. Fakat orada, daha dili döner dönmez karşısına çıkmamış mıydı ilk rakamlar. Birden ona kadar saydığında alkışlanmamış mıydı! Çarpım tablosu bir Van Gogh tablosundan, karnesindeki rakamlar gözlerindeki hüzünden daha değerli değil miydi öğretmenlerinin gözünde.
Rakamlara göre Titanik’in batmaması gerekiyordu, battı. Rakamlara göre Challenger’in patlamaması gerekiyordu, patladı. Rakamlara göre Malazgirt Savaşı’nı Romen Diyojen’in kazanması gerekiyordu, yenildi. Rakamlara göre Karun’un yeryüzünde böbürlenerek gezmesi gerekiyordu, yerin altına çekildi anahtarlarıyla. Rakamlara göre Bedir Savaşı’nda muzaffer olacaktı Ebu Cehil, Muhammed (s.a.v) kazandı.
“Bir” dışında hiçbir rakama güvenemeyiz. “Bir’in Kitabı”nda “Çokluk”un tehlikesine işaret eden bir sure var: Tekâsür. (Çoklukla Övünme.) “Çokluk”un sarhoş edici yönünü gösteriyor ilk âyet: “Çoklukla övünmek, sizi (tutkuyla) oyalayıp, kendinizden geçirdi.” “Bir’in Kitabı”nda “ileri gelenler”e değil “ihtiyacı olanlar”a öncelik verilmesini isteyen bir sure var: Abese. (Yüzünü buruşturdu.) Mekke’nin ileri gelenlerini ağırlarken Hz. Peygamber’in yanına gelen yoksul bir âmânın, Abdullah bin Mektum’un hikâyesidir bu.
Kur’ân’dan bir şeyler anlatmasını istemişti de Peygamber’den, yüz çevirmişti ondan Nebi. Meşguldü. O anda daha önemli bir işle uğraşıyordu. Ya da daha önemli olduğunu düşünüyordu yaptığı işin. Bir sureye adını verdi bu yüz buruşturuş. Âyetler indi art arda: “(Peygamber), yüzünü ekşitti ve geri döndü./ Âmânın kendisine gelmesinden ötürü/ Belki o temizlenecek/ Yahut öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek./ Kendini (sana) muhtaç görmeyene gelince,/ Sen ona yöneliyorsun,/ Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.” (Abese, 1-7.)
Hz. Peygamber (s.a.v) Abdullah bin Mektum’la her karşılaştığında “Allah’ın kendisi sebebiyle beni azarladığı adam!” diye iltifat ediyordu ona. Kim bilir, ümmetinin dikkatini çekmeye çalışıyordu belki de sayıların gizlediği hakikate.
Carlos Juan Finlay
1881’de, Kübalı doktor Carlos Finlay aynı zamanda kara kusmuk diye de adlandırılan sarıhummanın belli bir dişi sivrisinek tarafından bulaştırıldığını ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra hastalığı önleyecek bir aşıyı da buldu.
(…)
Dünyanın bunun farkına varması yirmi yıl sürdü.
(…)
Günümüzde Asya harici tropik bölgelerde görülen ve dişi sivrisinekler aracılığıyla bulaşan sarı humma virüsünün çıkış yerinin Afrika olduğu ve virüsün 16. yüzyıldan itibaren köle ticaretiyle Güney Amerika’ya taşındığı tahmin ediliyor.
Kesin teşhis edilebilen ilk sarı humma salgını, 1647 yılında Barbados Adası’nda yaşandı. Sadece bir yıl sonra, 1648’de Meksika’da Maya yerlileri arasında, 685’de de Brezilya’nın Recife kentinde salgınlar görüldü.
18. yüzyılda İtalya, Fransa, İspanya ve İngiltere’deki salgınlarda yüz binlerce insanın hayatını kaybetti.
Sarı hummanın tropik bölgelere mahsus olduğu varsayılsa da, Amerika’nın kuzey kesimi de 17. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın başına dek birkaç kez salgından nasibini aldı.
19. yüzyılda ise Haiti Devrimi sırasında Fransız ordusunun üçte ikisi salgın sebebiyle telef oldu ve kalan askerlerin geri çekilmesi üzerine Haiti, 1804’te bağımsızlığını ilan etti.
Carlos Juan Finlay, 1833-1915
Hastalığın taşıyıcısının doğrudan insan teması değil de sivrisinekler olabileceğini ilk ortaya atan, 1870’lerde gerçekleştirdiği araştırmalarıyla Kübalı doktor ve bilimadamı Carlos Juan Finlay oldu. 19. yüzyıl sonundaki İspanyol-Amerikan savaşında sarı hummaya çok sayıda kurban verilmesi sonucu orduda görevli doktorlar, Finlay’in savını incelediler ve kısa sürede doğruladılar. Sivrisinekler aracılığıyla taşındığı ispatlanan ilk virüs sarı humma oldu. İlerleyen yıllarda grip, sıtma, fil hastalığı, tifüs ve başka alerjik hastalıkların da sivrisineklerle taşındığı kanıtlandı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)